Saturday, October 21, 2006

AHMET ACAR / TÜRKİYE DAVASI

(26546/95)

Strazburg

30 Ocak 2003

USULİ İŞLEMLER :

Davanın nedeni, Türk vatandaşı olan Ahmet Acar'ın, 8 Şubat 1995 tarihinde, İnsan Haklarını ve Temel Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin (AİHS) eski 25. maddesi uyarınca, l Nolu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği gerekçesiyle Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna (AİHK) yaptığı başvurudur (Başvuru no: 26546/95).

OLAYLAR :

I.DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI

1956 doğumlu olan başvuran İstanbul'da ikamet etmektedir.

9 Haziran 1988 tarihli bir karar ile başvurana ait ve Küçükçekmece'de bulunan arsalar Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından istimlak edilmiştir.

Başvurana ait toprağın maddi değeri bir uzman heyeti tarafından 9.000,000 TL olarak belirlenmiş ve bu bedel kamulaştırma sonrasında başvurana ödenmiştir.

8 Şubat 1989 tarihinde, başvuran kamulaştırma bedelinin artırımı talebiyle Küçükçekmece Asliye Hukuk Mahkemesine müracaat etmiştir.

25 Aralık 1991 tarihinde, mezkur mahkeme başvurana 22.750.000 TL'lik ek bir tazminatın yanısıra 8 Mart 1989 tarihinden itibaren hesaplanacak yıllık %30 yasal faizin ödenmesine hükmetmiştir.

Yargıtay l Haziran 1992 tarihli bir kararıyla, kamulaştırma idaresinin temyiz itirazını reddederek kararı onamıştır.

22 Ocak 1992 tarihinde başvuran, sözkonusu idare hakkında icra takibi başlatmıştır.

Buna müteakiben, ek bedel 18 Haziran 1996 tarihinde başvuran ödenmiştir.

HUKUKA DAİR :

I. AİHS'NİN EK l NOLU PROTOKOLÜNÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran, Türkiye'deki yasal gecikme faizi oranının, enflasyon oranına göre yetersiz olduğu gerekçesiyle, kamulaştırma idaresinin ek bedeli ödemesindeki gecikmeden dolayı mülkiyet hakkına saygı gösterilmediğini iddia etmektedir. Bu konuda, l Nolu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

Başvuran, ek bedelin yıllık % 30 faiz ile 18 Haziran 1996 tarihinde, Yargıtay kararından yaklaşık 4 yıl sonra ödendiğini belirtmiştir. Ayrıca o dönemde paranın aşırı değer kaybetmesi neticesinde maddi zarara uğradığını savunmuştur.

Hükümet, Mahkemenin emsal kararına işaret ederek l No'lu Protokolün 1. maddesinin istimlakle ilgili tüm davalarda azami tazminatın ödenmesini gerektirmediğini ifade etmiştir. Devletlere azami tazminatı verme yükümlülüğü getirilmesi durumunda bu husus, devletlerin, mevcut davada da olduğu gibi, binlerce insanın çıkarı için büyük çapta planlara başlamasını engeller. Ayrıca, mevcut davada başvuranın "kişisel ve aşırı bir yük" taşıdığı kararına varmak da güçtür.

Bu bağlamda AİHM, devletin, uygun olmayan gecikmeler gibi tazminatın değerini düşürme ihtimali bulunan değişik yollara başvurmaksızın ödeme yaptığında tazminatın miktarını azaltabileceğini kaydetmiştir (gerekli değişiklikler yapılmış olarak Ştran Yunan Rafineleri ve Startis Andreadis - Yunanistan konusunda 9 Aralık 1994 tarihli karar, seri no. 301-B, s. 90, 82'a bakınız). AİHM'nin daha önce Akkuş kararında da belirttiği üzere, istimlak tazminatının ödenmesindeki normal olmayan gecikmeler, özellikle belirli ülkelerde paranın değer kaybetmesi göz önünde tutulduğunda, arsası istimlak edilen kişiyi belirsizlik içinde bırakarak büyük oranlarda maddi kayıplara yol açmaktadır (bkz. yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 29).

Dava bir bütün olarak göz önünde tutulduğunda, AİHM'nin içtihatlarına göre mülkiyet hakkına saygı gösterilmediğini iddia eden başvuranın durumu (Haziran 1997 tarihli Akkuş-Türkiye Kararı, Recueil 1997-IV, s. 1303 ve 23 Eylül 1998 tarihli Aka-Türkiye kararı, Recueil 1998-VI, s. 2680), genel menfaatler ile şahısların temel haklarının korunması zorunluluğu arasında adil bir dengenin korunup korunmadığı bakımından incelenmelidir. Bu bağlamda, tazminatın ulusal kanunlara göre ödenebilirliği konusundaki şartlar ile başvuranın davası konusundaki tutumu göz önüne alınmak zorundadır (Lithgow ve Diğerleri-Birleşik Krallık 8 Temmuz 1986 tarihli karar, Seri: A no: 102, s. 50, 120).

Dava kapsamında AİHM, ilgiliye Haziran 1996 tarihinde yıllık %30 basit faizi ile birlikte ek tazminatların Yargıtay kararından yaklaşık 4 yıl sonra ödendiğini, oysa o dönemde Türkiye'de enflasyonun % 84'te ulaştığını belirtmekledir.

AİHM, başvuranın arsalarının istimlak edildiği tarihle kendisine ödenecek tutarla ödemenin yapıldığı zamandaki tutar arasındaki farkın - ki bu farka tamamen istimlak idaresi sebep olmuştur - mülkiyet hakkının korunması ve genel talepler arasında olması gereken adil dengeyi alt üst ederek başvuran açısından, arsanın kaybıyla da ikiye katlanan çeşitli kayıplara neden olduğu kanaatindedir.

Sonuç olarak, AİHS'ne Ek l Nolu Protokol'ün l. maddesinin ihlal edilmiştir.

II. SÖZLEŞME'NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA

Sözleşme'nin 41. maddesinin içeriği,

"Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşen Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder."

A. Tazminat

Başvuran, her türlü tazminat talebi dahil 40 000 Euro talep etmiştir. Hükümet başvuranın tazminat talebine dair bir görüş bildirmemiştir.

Akkuş kararında uygulanan metodlara göre AİHM, başvuranın uğradığı maddi kaybı değerlendirirken, başvurana ödenen miktar ile yıllık % 84 enflasyon oranı nedeniyle uğradığı maddi kayıp arasındaki farkın dikkate alınması gerektiğini düşünmektedir.

Elindeki ekonomik veriler ışığında yaptığı hesap sonucunda, AİHM, başvurana tazminat olarak toplam 5,000 Euro vermeyi uygun görmüştür.

Ayrıca, davayı bir bütün olarak değerlendiren AİHM, başvuranın manevi zarara uğradığını düşünerek l,000 Euro verilmesine hükmetmiştir.

BU GEREKÇELERDEN DOLAYI, MAHKEME, OY BİRLİĞİYLE,

1. 26543/95 nolu başvurunun ayrılmasına;

2. AİHS'ne Ek l No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin ihlal edildiğinin kabulüne;

3. (a) AİHS'nin 44/2 maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren 3 ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden TL'sına çevrilmek üzere aşağıdaki miktarların, davalı Devlet tarafından ödenmesine,

(i) maddi zarar için toplam 5,000 (beş bin) Euro;

(ii) manevi zarar için 1,000 (bin) Euro;

(iii) ödeme esnasında talep edilecek her türlü vergi, harç pul miktarların ödenmesine; karar vermiştir.

diğx

AHMET BATMAZ VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI

(42433/98)

Strazburg

3 Nisan 2003

Türk vatandaşı olan başvuranlar, Ahmet Batmaz, Mustafa Yıldız ve Mehmet Yıldız, sırasıyla, 1940, 1965 ve 1926 doğumlu olup Diyarbakır'da ikamet etmektedir. Başvuranlar, Mahkeme önünde, Diyarbakır'da görev yapmakta olan Sn. M.E. Aktar tarafından temsil edilmektedir.

A. DAVANIN KOŞULLARI:

Tarafların sunduğu şekliyle davanın koşulları aşağıdaki gibi özetlenebilir.

3 Ocak 1996 tarihinde başvuranlar, Diyarbakır Belediyesi'nin, Diyarbakır Kaynartepe'de kendilerine ait arsalara, kamulaştırmaksızın, el koyduğu gerekçesiyle, Diyarbakır ilk Derece Mahkemesinde dava açmıştır.

Başvuranların tazminat artırımı talebini müteakip, Diyarbakır ilk Derece Mahkemesi başvuranlara karar tarihinde geçerli oran olan yıllık %30 yasal faizle birlikte ek bir tazminatın yanısıra verilmesine karar vermiştir, işletilen faiz oranı, 3 Ocak 1996 tarihinde, her başvuran için sabitlenmiştir. Belediyenin itirazıyla ilgili olarak, Yargıtay, ilk derece mahkemesinin başvuranlar için verdiği kararı onamıştır.

Başvuranlar, İstanbul İcra Dairesi aracılığıyla kararın uygulanmasına yönelik işlemlere başlamış ve ek tazminatın ödenmesi için Belediye malları üzerine haciz koydurmuştur. Haciz emrini takiben, Belediye Diyarbakır icra Hakimliğine itirazda bulunmuş ve müsadere işlemlerinin durdurulmasını istemiştir, itiraz dilekçesinde ilgili Belediye, mallarına haciz konulamayacağını, çünkü, belediyeye ait malların, Belediye Meclis kararıyla, kamu yararı için Hazineye devredildiğini savunmuştur. 2 Ekim 1997 tarihli kararıyla Diyarbakır İcra Hakimliği el koyma işlemlerinin durdurulmasına karar vermiştir.

Hükümet, başvuranların, 4 Şubat 2000 tarihinde, Diyarbakır Belediyesi ile bir protokol imzaladıklarına işaret etmiştir. Protokole göre, başvuranlar, Diyarbakır icra Dairesindeki başvurularını geri çekeceklerdir. 8 Şubat 2000 tarihinde, başvuranlara aşağıdaki miktarlar ödenmiştir:

Ahmet Batmaz: 2,565,000,000 TL

Mustafa Yıldız: 4,747,000,000 TL

Mehmet Yıldız: 2,020,000,000 TL

Diyarbakır Valiliğine yazdığı 29 Mart 2002 tarihli yazısında, başvuranların temsilcisi, Belediye aleyhindeki tüm iddialarından vazgeçtiklerini bildirmiştir.

ŞİKAYETLER :

1. Başvuranlar, 1 No'lu Protokolün 1. maddesi bağlamında, kendilerine ait arazilere el konulmasına karşılık olarak verilen ek tazminatın ödenmemesinin, mülkiyet haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüştür.

2. Başvuranlar, Sözleşmenin 6/1 maddesi uyarınca, Diyarbakır İcra Hakimliğinin haciz işlemlerini durdurma kararının adil yargılanma haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Bu açıdan, başvuranlar, ilk derece mahkemesinin ek tazminat kararının uygulanmasını sağlayacak etkili iç hukuk yolu olmadığı savunmuştur.

3. Son olarak başvuranlar, Sözleşmenin 13. maddesi uyarınca, yetkili makamların ek tazminatı ödememesinden kaynaklanan zararlarını telafi edecek etkili iç hukuk yolu bulunmadığını iddia etmiştir.

HUKUK :

Mahkeme, başvuranların, 3 Haziran 2002 tarihli yazıyla, Hükümetin 18 Nisan 2002 tarihli görüşlerine cevaben hazırlayacakları yazılı görüşlerini 15 Temmuz 2002 tarihine dek Mahkemeye sunmaya davet edildiğini gözlemlemektedir.

22 Ağustos 2002 tarihinde, başvuranlara, başvurularının kabuledilebilirliği ve esası üzerinde görüş sunmaları için tanınan sürenin dolduğu ve süre uzatma talebinde bulunulmadığı hatırlatılmıştır. Başvuranlar Sözleşmenin 37/1 maddesi konusunda uyarılmıştır. Bu maddeye göre, Mahkeme, başvuranın başvurusunu takip etme niyetinde olmadığı sonucuna varırsa, davanın zabıtlardan düşülmesine karar verebilir.

5 Aralık 2002 tarihli yazıyla, Mahkemeye herhangi bir görüş ulaşmadığı ve Mahkemenin davayı kayıtlardan düşürebileceği başvuranlara tekrar hatırlatılmıştır. Başvuranların temsilcisi bu yazıyı 17 Aralık 2002 tarihinde almıştır.

Mahkeme, başvuranların, Diyarbakır Belediyesinden ek tazminat aldıklarına ve 29 Mart 2002 tarihli yazıyla tüm iddialarından vazgeçtiklerini bildirdiklerine ilişkin Hükümetin iddialarını dikkate almaktadır.

Bu koşullarda, başvuranların Sözleşmenin 37/1 (a) maddesi uyarınca başvurularını takip etme niyetinde olmadıkları sonucuna varan Mahkeme, davanın birinci, ikinci ve üçüncü başvuranlarla ilgili kısmının incelenmesinin devamını gerektiren 37/1 maddenin son cümlesi anlamında, insan haklarıyla ilgili genel kamu yararı görmemektedir.

Dolayısıyla, başvuru kayıtlardan düşülmelidir.

Bu nedenlerden dolayı Mahkeme, oybirliğiyle,

başvurunun dava kayıtlarından düşürülmesine karar vermiştir.

diğx

AKA / TÜRKİYE DAVASI

(107/1997/891/1103)

Strazburg

23 Eylül 1998


USULİ İŞLEMLER

1. Dava, 30 Ekim 1997 tarihinde, Sözleşmenin 47. Maddesi, ve 32. Maddesinin 1. Fıkrası'nda öngörülen üç aylık süre içerisinde, Mahkeme tarafından Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na ("Komisyon") sunulmuştur. Dava, Türk vatandaşı olan Sn Mevlüt Aka'nın 15 Ağustos 1991 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Komisyon'a yapmış olduğu başvuruya (no. 19639/92) dayanmaktadır.

Komisyon'un talebi 44. Madde ve 48. Maddenin (a) bendi ile Mahkeme A İçtüzüğünün 32. maddesine yöneliktir. Talebin amacı 1 no'lu Protokol'ün 1. Maddesi kapsamında muhatap Devletin yükümlülüklerini ihlal edip etmediğine dair bir karara varılmasını sağlamaktır.

2. Mahkemenin A İçtüzüğü'nün 33. maddesi'nin 3. Fıkrasının (d) bendi uyarınca yapılan soruşturmaya cevaben, Ankara Baro'su üyesi ve başvuranın avukatı Sn. K. Berzeg, 28 Kasım 1997 tarihinde Sekreterya'ya Sn. Mevlüt Aka'nın vefat ettiğini ve dul eşi Sn. Şefika Aka ve çocuklarının takibatları onun adına sürdürmek ve Sn. Berzeg tarafından temsil edilmek istediklerini (Madde 30) bildirmiştir.

3. 20 Ocak 1998 tarihinde Başkan tarafından Sn. Berzeg'e Mahkeme huzurunda yapılacak yazılı takibatlarda Türkçe'yi kullanma izni, başvurana ise yasal yardım verilmiştir (27. Maddenin 3. Fıkrası ve Ek'in 4. Maddesi).

4. Oluşturulan heyet içerisinde Türk vatandaşı olan Sn. F. Gölcüklü (Sözleşmenin 43. Maddesi) ve mahkemenin o zamanki başkan yardımcısı Sn. R. Bernhardt (İçtüzük 21. madde 4. Fıkra (b) bendi) vardır. 31 Ocak 1998 tarihinde, Sekreter'in huzurunda, Sn. Bernhardt diğer yedi üyenin isimlerini kura ile belirlemiştir; bu üyeler şunlardır: Sn. F. Matscher, Sn. N. Valticos, Sn. A.N. Loizou, Sir John Freeland, Sn. A.B. Baka, Sn. K. Jungwiert ve Sn. V. Toumanov (Sözleşmenin 43. Maddesi ve İçtüzük 21. Madde, 5. Fıkra).

5. Heyet Başkanı olarak (İçtüzük 21. Madde, 6. Fıkra), Sn. Bernhardt, Sekreterya kanalıyla takibatların düzenlenmesi hususunda (İçtüzük 37. Madde, 1. Fıkra ve İçtüzük 38. Madde) Türk Hükümeti Temsilcisi'ne ("Hükümet"), başvuranın avukatına ve Komisyon Delegesi Sn. Ş. Gözübüyük'e danışmıştır. Sonuç olarak verilen talimatlar sonrasında, Sekreter başvuranın görüşünü ve ona bağlı ekleri 3, 6 ve 28 Nisan 1998 tarihlerinde, Hükümet'in görüşünü ise 17 Nisan 1998 tarihinde almıştır. 15 Mayıs tarihinde başvuran, Hükümet'in görüşüne cevaben bir görüş sunmuştur.

* Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olup, gayrıresmî tercümedir.

6. Daha sonra, Mahkeme Başkan Yardımcısı seçilen Sn. Thor Vilhjalmsson, Mahkeme Başkanı seçilen Sn. Bernhardt'ın yerini Heyet Başkanı olarak almıştır (İçtüzük 21 6. Fıkra ve İçtüzük 24. Madde 1. Fıkra).

7. 1 Temmuz 1998 tarihinde, olağan usule ilişkin esasların tamamlandığı hususunda tatmin olarak davaya bir oturumla başlanmasına karar vermiştir (İçtüzük 26. ve 38. Madde).

DAVA ESASLARI

I. DAVA KONUSU OLAYLAR

8. Başvuran Türk vatandaşıdır ve 1930 doğumludur. Söz konusu zamanda Vezirköprü köyünde yaşamaktadır (Sinop ilinin - Durağan ilçesi).

9. 1987 yılının Eylül ayı başlarında baraj inşaatından sorumlu Devlet kurumu Devlet Su İşleri ("DSİ") başvuranın Gökdoğan köyündeki (Sinop) iki arsasını istimlak etmiştir.

Kızılırmak vadisinde Altınkaya hidroelektrik santralının inşa edilmesinden sonra ürün yetiştirmek için kullanılan arsayı sel basmıştır; bu durumdan 3000'den fazla aile etkilenmiştir.

10. Arsanın tapusu 4 Eylül 1987 tarihinde yetkililere devredildikten sonra, DSİ başvurana iki arsa için toplam 4.370.962 Türk Lirası ( sırasıyla 1.380.000 TL ve 2.990.962 TL) ödemiştir.

11. 2 Ekim 1987 tarihinde başvuran, her iki arsanın da istimlakine ilişkin olarak, Durağan Ceza Mahkemesi'nde artırılmış tazminat için dava açmıştır. Dava numaraları 87/2837 ve 87/2828'dir.

12. Takibat sırasında, mahkeme istimlak yetkililerinin belirledikleri miktarların doğru olup olmadığının değerlendirilmesi için bilirkişiler tarafından iki tane yerinde inceleme yapılması emrini vermiştir. İki bilirkişi heyeti değerlendirmelerini yaparken 2942 Sayılı Kanun'da istimlak kurallarına ilişkin olarak öngörülen kriterleri göz önünde bulundurmuşlardır. Ancak aynı hesap yöntemlerini kullanmadıkları için sonuçlar değişik çıkmıştır; iki incelemenin sonucu da DSİ tarafından istimlak için ödenen miktardan yüksektir

Taraflarca üçüncü bir değer biçmenin yapılmasına ilişkin olarak yapılan başvuru reddedilmiştir, çünkü Mahkeme yapılan incelemelerin yasalar tarafından belirlenmiş gerekliliklere uygun kriterlere dayandırıldığı ve davaya ilişkin karar verilmesi için yeterli materyalleri içerdiği kanaatindedir.

13. Bir sonraki aşamada başvuran yazılı olarak, uzmanlar tarafından biçilen değerlerden düşük olanını kabul ettiğini bildirmiştir. Ceza mahkemesi bu hususu dikkate almış ve söz konusu tutarın başvurana verilmesi kararını vermiştir.

14. 87/2837 sayılı davada, Mahkeme 22 Haziran 1989 tarihinde DSİ'nin istimlak için ek tazminat olarak 3.089.130 Türk Lirası ödemesine karar vermiştir. 87/2828 sayılı davada ise 10 Mayıs 1990 tarihinde başvurana ek tazminat olarak 3.895.692 TL ödenmesini kararlaştırmıştır. Bu tutarlar 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren her yıl için, yasalar tarafından belirlenmiş %30 oranında gecikme faizini de içermektedir (bkz. yukarıda paragraf 10).

15. Yargıtay, sırasıyla 17 Eylül 1990 ve 6 Eylül 1991 tarihlerinde bu kararları onaylamıştır.

16. 87/2837 sayılı davada verilen ek tazminat 30 Ocak 1992 tarihinde başvurana ödenmiştir. Ödenen bu tazminat tutarı 7.097.276 TL olup, bunun 4.008.114 TL'lık kısmı Aralık 1991'e kadar hesaplanan gecikme faizleridir.

87/2828 sayılı davada başvuran 7 Ocak 1993 tarihinde 10.116.692 TL'sı almıştır, bu miktarın 6.221.000 TL'sı Aralık 1992 tarihine kadar olan gecikme faizidir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK

A. Anayasa

17. Anayasa'nın istimlaklere ilişkin 46. Madde'sinin ilgili bölümleri şu hususları öngörmektedir:

"1Kamulaştırma bedeli, nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak 1 Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, 1 peşin ödenmeyen kısım Devlet borçları için öngörülen en yüksek faiz haddine bağlanır1.

Söz konusu tarihte, Devlete olan borçlar üzerinden ödenen gecikme faizi aylık %7'dir (yıllık %84) (Devlete olan borçların toplanmasına ilişkin 6183 Sayılı Kanun'un 51. Maddesi ve 89/14915 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı)

B. 4 Aralık 1984 tarihli 3095 Sayılı Kanun

18. 3095 Sayılı Kanun uyarınca vadesi geçmiş Devlet borçlarından alınacak faiz oranı yıllık %30'dur.

C. Borçlar Kanunu

19. Borçlar Kanunu'nun (BK) 105. Maddesi şunları öngörmektedir:

"... Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemiyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.

Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarını dahi tayin edebilir."

Uygulamada, bu hüküm kapsamında tazminat talep edilebilecek kayıp, borcun ödenmesi gereken tarih ile ödendiği tarih arasında geçen zamandan dolayı ortaya çıkan kayıptır.

D. Yargıtay İçtihatları

20. 3 Haziran 1991 tarihinde istimlakler için tazminata ilişkin davalarda yetkili olan Yargıtay (Beşinci Hukuk Dairesi) aşağıdaki karara varmıştır:

"Alacaklılar borcun geç ödenmesine ilişkin tazmin edilmeleri yasalarla belirlenmiş faizlerle yapılır. Alacaklılar, yürütme tedbirlerine başvururken, kendilerine ödenecek miktar artı faiz de talep edebilecekleri için başka bir tazminat talep etme hakları yoktur; buna bağlı olarak, enflasyon oranının yüksek olmasına dayanarak alacaklıların talebini verme kararı asılsızdır..."

Hükümet, aynı daire tarafından verilen diğer bir karara da değinmiştir (22 Ekim 1996 tarihli karar no. 96/13828); bu kararda Yargıtay Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi kapsamında tazminat başvurusu yapılmasına müsaade etmiştir. Karar, yetkililerin ödemeye yetkileri olmadığı bir tutarı ödemede gecikmelerinden doğan ek tazminat iddiasıyla ilgilidir. Ancak anılan davadaki talepler, davacının ödemekle yükümlü olduğu varsayılan miktarın ödenmesi için bir mevduat hesabını vadesinden önce kapatması ve böylece faiz kaybına maruz bırakılması gerçeğine dayanmaktadır.

Bununla birlikte, Yargıtay'ın ve özellikle de on üçüncü Dairesinin (bkz. 95/267 ve 96/9985 nolu kararlar) istimlakle ilgili olmayan davalardaki uygulamaları özel kişiler arasındaki uzlaşmazlıklarda Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi kapsamında bu tür kayıplar için tazminatlara müsaade etmektedir. Bu noktada, emsal davanın tutarlılığını sağlamaktan sorumlu Yargıtay başkanlık komitelerinin, farklı daireleri tarafından verilen kararlar arasındaki farklılıklara dayanarak temyiz başvurularını reddettiği göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü bu komiteler, bir dava hakkında karar verilirken ilgili gerçeklerin dikkate alındığı, bu sebepten dolayı da kararların birbirine uyumlu hale sokulmasının gerekmediği kanaatindedir.

21. 23 Şubat 1994 tarihli bir kararda Yargıtay, aşağıdaki hususları kabul ederek ilk defa olarak enflasyonun ters etkileri üzerine karar vermiştir:

"Ülkede enflasyon oranı %30'ların üstündeyken 3095 Sayılı Kanun onaylanmış ve yürürlüğe girmiştir. Bu gerçeğe rağmen, mevzuat gecikme faiz oranını %30 olarak belirlemiştir. Mevcut davada, bu sebepten dolayı, banka mevduatları üzerinden ödenecek faizin kabul edilebileceği hatalı görüşünden hareketle, %30'u aşan bir faiz oranı vermek yasal olmamaktadır."

22. 16 Haziran 1996 tarihinde Yargıtay bir diğer kararında enflasyon oranı sonucunda ortaya çıkan kayıplara ilişkin taleplerde Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi'nin (bkz. yukarıda paragraf 19) uygulanabilirliği hususuna ilişkin olarak aşağıdaki kararı vermiştir:

"... 3095 Sayılı Kanun'da öngörülen faiz oranı... kaybın kanıtlanmasına gerek duyulmaksızın zarar için götürü tazminat içermektedir... Temerrüt faizi (ödemede gecikme faizi) ülkenin yaşadığı ekonomik problemlerin (enflasyon, parasal erozyon...) ışığı altında yasalar tarafından belirlenir, aynı faktörleri (enflasyon, parasal erozyon...) Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi'nde öngörülen ek kayıplar için açık kanıt olarak göstermek veya ortaya çıkan dezavantajların görülen zararı da içerdiğini belirtmek imkansızdır. Aksi

takdirde, yasama meclisinin dezavantajlara yönelik tazminatın %30 olması kararı herhangi bir anlam taşımayacaktır. Eğer yasama meclisi, tüm ekonomik problemlere ilişkin olarak, Anayasa tarafından kendisine verilen yasama gücünü kullanarak bu problemlerden doğan kayba yönelik tazminat oranını belirlemiş olsaydı, yasama meclisinin değerlendirmesinin asılsız olduğu görüşüne dayanılarak zarar için ödenecek tazminatın %30 yerine %60 veya %70 üzerinden ödenmesi kabul edilemezdi. ... Ülkenin şu andaki ekonomisi üzerinde önemli etkileri olan enflasyonun 3095 Sayılı Kanun'da ... öngörülen %30 oranını aştığını ve bunun sonucunda da alacaklının geç ödemeden doğan kaybının telafi edilmediği açıktır. Ancak, yasada öngörülen %30 oranını aştığı sürece, söz konusu kayıp Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi kapsamına alınamaz... Yasama gücünü kullandıktan sonra yasama meclisi kaybın %30'lara vardığı kanaatında olduğu için, enflasyonun %30'ları aştığı gerekçesiyle daha yüksek bir kayıp oranı uygulayan adli bir karar yasama meclisinin salahiyetine tecavüz etmek anlamına gelmektedir..."

23. Uygulamada, söz konusu mahkemeler daha önce Yargıtay tarafından ele alınan benzer konularda karar verirken yukarıda bahsedilen kararları dikkate almalıdırlar.

E. Ekonomik faktörler

24. Ocak 1992 ve 1993'te ABD dolarının ortalama kur oranları, Türkiye Merkez Bankası tarafından belirlenen kur oranlarına göre, sırasıyla 5.332,59 TL ve 8.771,80 TL'ydi.

25. Türkiye'deki enflasyonun etkileri, Devlet İstatistik Enstitüsü'nün yayınladığı perakende fiyat endeksi listesinde açıkça görülmektedir. Söz konusu listeye göre, Eylül ve Ekim 1987 ayları (istimlak edilen arsaların tapusu yetkililere devredildiğinde ve takibatlar Durağan Asliye Mahkemesi'nde başladığında - bkz. yukarıda paragraf 10-11) için taban endeks 100 olarak kabul edilirse, Ocak 1992 (87/2837 nolu davada ek tazminatın ödendiği tarih - bkz. yukarıda paragraf 16) itibariyle enflasyon endeksi 1006,06'ya; Ocak 1993 itibariyle ise (87/2828 nolu davada ek tazminatın ödendiği tarih - bkz. yukarıda paragraf 16) 1783,48'e yükselmiştir.

KOMİSYON HUZURUNDAKİ TAKİBATLAR

26. Sn. Aka, Komisyon'a 15 Ağustos 1991 tarihinde başvurmuştur. Durağan Asliye Mahkemesi tarafından verilen ek tazminatın ve ona bağlı gecikme faizinin yeterli olmaması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikayetçi olarak başvurusunu 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'ne dayandırmıştır. Ayrıca, mahkeme huzurundaki takibatların Sözleşme'nin 6. Maddesi'nin 1. Fıkrasında öngörülenden uzun sürmesi hususunda da şikayetçi olmuştur.

27. 16 Ocak 1996'da Komisyon, takibatların uzunluğuna (Madde 6 Fıkra 1) ve verilen tazminatın yetersizliğine (1 No'lu Protokolün 1. Maddesi) ilişkin şikayetleri kabul etmediğini açıklamıştır.

Ancak, 14 Ekim 1996 tarihinde 19639/92 no'lu başvuruyu kabul ettiğini açıklamıştır, çünkü bu başvuru ek tazminat ödemesindeki gecikme faizi oranının yetersizliğine ilişkindir. 9 Eylül 1997 (Madde 31) tarihli raporunda Komisyon, 1 No'lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiğine ilişkin ortak görüşünü açıklamıştır. Komisyon'un görüşünün tam metni bu karara ek olarak sunulmuştur[1].

MAHKEMEYE YAPILAN NİHAİ SUNUMLAR

28. Başvuran Mahkemeden 1 No'lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiğine ilişkin karar vermesini ve kendisine Sözleşme'nin 50. Maddesi uyarınca adil tazminat verilmesini talep eder.

29. Hükümet dilekçesinde, ana sunum olarak, Mahkemeden iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin başvuruyu reddetmesini ve 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nde garanti altına alınan hakların ihlal edilmediğine dair karar vermesini talep eder.

HUKUK AÇISINDAN

I. 1 NO'LU PROTOKOL'ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

30. Başvuran, istimlak için ek tazminat üzerinden ödenen gecikme faizi oranının çok düşük olmasından ve istimlak görevlilerinin söz konusu tutarları ödemede gecikmelerinden şikayetçi olmuştur. 1 No'lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edilmesi sonucunda mağdurun kendisi olduğunu belirtmiştir; bu madde şu hususları öngörmektedir:

"Her yasal ya da tüzel kişi mülkiyetini dilediğince kullanma hakkına sahiptir. Kamu yararına ve kanunda veya uluslararası hukukta öngörülen şartlara tabi olma dışında, hiç kimsenin bu hakkı elinden alınamaz

Ancak, yukarıdaki hüküm, hiç bir şekilde, Devlet'in mülkiyetin kullanımını kontrol etmek ve vergilerin ödenmesi veya diğer cezaların yerine getirilmesini garanti altına lamak için gerekli gördüğü durumlarda yasaları yürürlüğe sokma hakkına zarar vermez."

Hükümet bu görüşe itiraz etmiştir. Komisyon ise şikayeti kabul etmiştir.

A. Hükümet'in ön itirazı

31. Hükümet, başvuranın Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi (bkz. yukarıda paragraf 19) kapsamında tazminat talebinde bulunmadığını göz önünde bulundurarak iç hukuk yollarının tüketilmediği iddiasına karşı çıkmıştır.

Yargıtay'ın 22 Ekim 1996 tarihli bir kararına (bkz. yukarıda paragraf 20) dayanarak, başvuranın "tazmin edilen gecikme faizinin üzerinde" zarar gördüğünü kanıtlaması durumunda ek tazminatın ödenmesindeki gecikmenin neden olduğu kayıp iddiası için tazminat alabileceğini ifade etmişlerdir. Hükümet'in sunumunda, enflasyonun şu andaki oranıyla yasalar tarafından belirlenmiş gecikme faizi oranı arasındaki fark 105. Madde kapsamında "ek tazminat için gerekçe oluşturmamaktadır", ancak başvuran yine de eğer şikayetçi olduğu "ödeme gecikmesi ya da ödemenin yapılmaması sonucunda yaşadığı kişisel kaybı" kanıtlamış olsaydı bu hükümden yararlanabilirdi.

32. Başvuran ise Yargıtay tarafından 23 Şubat 1994 ve 16 Haziran 1996 tarihlerinde sunulan emsal dava kararlarının (bkz. yukarıda paragraf 21-22) ortaya çıkardığı durumun Devlet tarafından ödenecek borçlar söz konusu olduğunda paranın değer kaybetmesine ilişkin olarak tazminat talep etmenin boşuna olduğunu gösterdiğini ifade etmiştir.

33. Komisyon, mevcut davada Hükümet tarafından önerilen çözümün başarı şansı olmayacağı kanaatindedir.

34. Mahkeme, Sözleşmenin 26 maddesi uyarınca bir başvuranın anılan ihlallerin düzeltilmesi için yeterli ve etkin hukuk yollarına olanak tanıyan normal bir başvuru hakkının sağlanmış olması gerektiğini yinelemektedir. Anılan hukuk yollarının mevcut olduğu sadece teoride değil, aynı zamanda uygulamada da yeterli düzeyde kesinlik kazanması gerekmektedir ki bunun sağlanamadığı durumlarda başvuru ve yeterlilik ön koşulları yerine getirilmemiş olmaktadır. Bu açıdan iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin talebin Mahkeme nezdinde ıspatlanması Hükümet'in yükümlülüğündedir. (bkz, diğer otoritelerin yanı sıra, 16 Eylül 1996 tarihli Akdivar ve Diğerleri - Türkiye kararı, Karar ve Hüküm Raporları 1996 -IV, s. 1210, Madde 66 ve 68).

35. Mahkeme, Yargıtay'ın yukarıda sözü geçen kararlarının Türk yasaları uyarınca Yargıtay'da karara bağlanan hususlara ilişkin olarak daha alt mahkemelerde yeterli ve bağlayıcı olduğuna dikkat çeker (bkz. yukarıda paragraf 23).

Bu bağlamda, Yargıtay, ilk olarak istisnalar olmaksızın 3095 Sayılı Kanun'da öngörülen yasalar tarafından belirlenmiş % 30 oranını (bkz. yukarıda paragraf 21) kabul ederek, mevcut davada ortaya çıkan hususa ilişkin olarak 16 Haziran 1996 tarihinde diğer bir karara varmıştır. Bu kararda Yargıtay, mahkemelerin bu oranla enflasyon oranı arasındaki farkın Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi kapsamında bir kayba (bkz. yukarıda paragraf 19) neden olduğu hususunu dikkate alarak, 3095 Sayılı Kanun'da (bkz. yukarıda paragraf 22) % 30 olarak belirlenen gecikme faizi oranını artırmaya karar vermeleri durumunda, yasama meclisinin ihtiyari gücüne tecavüz etmiş olacaklarını ifade etmiştir.

36. Söz konusu kararlarda açıkça görülmektedir ki, Devlet'ten alacakları olan kişiler, kendilerine 3095 Sayılı Kanun kapsamında verilen gecikme faizini aşacak şekilde paranın değer kaybetmesi sonucunda ortaya çıkan zararların telafi edilmesini sağlayacak ve Hükümet tarafından talep edilen tazminat yollarına başvuramazlar (bkz., mutatis mutandis, 8 Haziran 1995 tarihli Yağcı ve Sargın - Türkiye kararı, A Serisi no. 319, s. 17, Madde 42). Ayrıca, Hükümet daha farklı bir sonuca götürecek mahkeme kararlarını ifade etmemiştir, çünkü Yargıtay Beşinci Ceza Dairesi'nin 22 Ekim 1996 tarihli kararı bu konu ile ilgili değildir (bkz. yukarıda paragraf 20).

37. Sonuç olarak, Mahkeme, Hükümet'in Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesi'nde öngörülen yolların yeterlilik ve etkinliğini oluşturamadığı kararına varmıştır (bkz. en yakın otorite olarak, 19 Şubat 1998 tarihli Dalia - Fransa kararı, Raporlar 1998-I, s. 87-88, Madde 38).

Bu sebepten dolayı, ön itiraz reddedilmiştir.

B. Esaslar

1. Takibatlarda yer alanların görüşleri

38. Başvuran, Hükümet'in hatalı davranarak mevcut dava ile Akkuş - Türkiye davası arasında benzerlik kurduğunu belirtmiş ve başvurusunun sadece Durağan Asliye Mahkemesi tarafından verilen ek tazminatın ödenmesindeki gecikmeye ilişkin değil; aynı zamanda, esas olarak, mahkemeye başvuru yaptığı tarih ile ilgili miktarları aldığı tarih arasında yaşadığı kayıplara ilişkin olduğunu vurgulamıştır. O süre içerisinde ek tazminat ödemesindeki gecikme faizi oranının yıllık sadece % 30 iken, enflasyon oranının % 70 olduğuna dikkat çekmiştir.

Sn. Aka arsaların istimlak edilmesinden beş ve altı yıl sonra ödemenin yapıldığını belirtmiş ve söz konusu gecikmelerin sonuçlarının o dönemde Türkiye'de görülen paranın büyük oranlarda değer kaybıyla birlikte çeşitli önlemlerin alındığı kamu yararı ile kendi kişisel yararları arasında adil olmayan bir dengesizlik yarattığını iddia etmiştir.

39. Hükümet Mahkeme'nin emsal davasına işaret ederek 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin istimlakle ilgili tüm davalarda azami tazminatın ödenmesini gerektirmediğini ifade etmiştir. Devletlere azami tazminatı verme yükümlülüğü getirilmesi durumunda bu husus, devletlerin, mevcut davada da olduğu gibi, binlerce insanın çıkarı için büyük çapta planlara başlamasını engeller.

Hükümet, 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'ne ilişkin olarak, toplumun genel talepleriyle birey haklarının korunma gerekliliği arasında adil bir dengenin kurulması gerektiğini kabul etmiştir. Ancak, Devletlerin, özellikle gecikme faizi oranlarını belirlerken ve "adil bir denge" kurmaya çalışırken geniş takdir marjları olduğunu iddia etmiştir. Bu yüzden de, mevcut davada uygulanan yasanın soruna en tatmin edici çözümü sunup sunmadığına veya yasama meclisinin ihtiyari gücünü daha farklı kullanması gerektiği hususlarında karar vermek Mahkeme'nin işi değildir.

Ayrıca, mevcut davada başvuranın "kişisel ve aşırı bir yük" taşıdığı kararına varmak da güçtür. Eğer başvuran şikayetlerini Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi kapsamında sunmuş olsaydı "adil bir denge" kurulabilirdi. Söz konusu hüküm, mülkleri istimlak edilen kişilerde görülebilecek ters etkileri gidermek için öngörülen usulün esnekliği nedeniyle dengenin kurulmasında çok büyük rol oynamıştır.

40. Komisyon, ek tazminatların başvurana istimlakten sırasıyla dört yıl üç ay ve beş yıl üç ay sonra ödendiğine dikkat çekmiştir. Komisyon'un görüşüne göre, 3095 Sayılı Kanun kapsamında verilen gecikme faizi oranı, ortalama oranın % 67 olduğu dönemlerdeki paranın değer kaybetme seviyesiyle orantılı değildir. Eğer o dönemlerde enflasyon ulusal yetkililer tarafından dikkate alınmış olsaydı, Sn. Aka ilk arsası için 28.051.771 TL, ikinci arsası için ise 59.077.779 TL alacaktı (bkz. yukarıda paragraf 16 ve aşağıda paragraf 55).

2. Mahkeme'nin değerlendirmesi

41. Mahkeme, başvurana iki arsanın istimlaki için 4 Eylül 1987 tarihinde Devlet Su İşleri tarafından verilen tazminatın (bkz. yukarıda paragraf 10), istimlak tarihinde, sırasıyla, 1.380.000 TL ve 2.990.962 TL olduğunu ifade etmiştir. Başvuranın Durağan Asliye Mahkemesi'ne fazla tazminat (bkz. yukarıda paragraf 11) için açtığı davalar başarılı olmuştur. Durağan Asliye Mahkemesinin 22 Haziran 1989 ve 10 Mayıs 1990 tarihli kararlarında - ki bu kararlar Yargıtay'ın 17 Eylül 1990 ve 6 Eylül 1991 tarihli kararları (bkz. yukarıda paragraf 15) sonucunda kesinleşmiştir - söz konusu miktarların yeterli olmadığına karar verilmiş ve DSİ'ye, arsalardan biri için 3.089.130 TL, diğeri için ise 3.895.692 TL ek tazminat ödemesi emri verilmiştir. 3095 Sayılı Kanun'u müteakiben, belirlenen miktarlar istimlak tarihi olan 4 Eylül 1987 itibariyle yıllık % 30 oranında gecikme faizi taşımaktadır (bkz. yukarıda paragraf 12-14)

Ancak, DSİ 30 Ocak 1992 ve 7 Ocak 1993 tarihlerine kadar, yani Yargıtay'ın kararından on altı ay sonra ve ilk arsanın istimlakinden dört yıl üç ay ve ikinci arsanın istimlakinden beş yıl üç ay sonraya kadar (bkz. yukarıda paragraf 16) ek tazminatları ödememiştir.

42. Dava bir bütün olarak göz önünde tutulduğunda, Mahkeme, başlangıçta, mevcut davadaki esaslar ve yasal durumla daha önce karara vardığı Akkuş davasının esasları ve yasal durumu arasında (bkz. 9 Temmuz 1997 tarihli karar, Raporlar 1997-IV, s. 1303) kapsam olarak büyük değişiklik gösteren konular dışında herhangi bir farklılık olmadığı kanaatindedir.

Sn. Aka'nın başvurusu, davanın Durağan Asliye Mahkemesi'nde başlamasıyla birlikte dört yıl iki ay ve beş yıl iki ay süresince ortaya çıkan paranın değer kaybetmesinin neden olduğu kaybın tazmin edilmesini amaçlayan ve yasalar tarafından belirlenmiş gecikme faizinin yetersizliğine ilişkindir (bkz. yukarıda paragraf 11 ve 38) ve bu dava Mahkeme tarafından belirlenen miktarların ödenmesiyle (bkz. yukarıda paragraf 16) sonuçlanmıştır. Diğer taraftan, yukarıda anılan Akkuş - Türkiye davasında söz konusu olan tek husus ek tazminatın ödenmesinde yetkililerin gecikmesidir (aynı yerde, s. 1309, Madde 28).

43. Bu şekilde tanımlandıktan ve sınırlandırıldıktan sonra, başvuranın şikayetçi olduğu durum istimlaklere ilişkin olarak 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin ilk paragrafının ikinci cümlesine tekabül etmektedir.

44. Mahkemenin içtihatına göre, büyük çaptaki kamu programlarının gerçekleştirilmesini garanti altına almak için yapılan istimlakler sonucunda ortaya çıkan müdahale, - Hükümet'in de dilekçesinde kabul ettiği üzere - toplumun genel talepleriyle bireyin temel haklarının korunması arasında "adil

bir denge" kurmalıdır (bkz., diğer otoritelerin yanı sıra, 23 Ekim 1997 tarihli National & Provincial Building Society, Leeds Permanenet Building Society and Yorkshire Building Society - Birleşik Kraliyet kararı, Raporlar 1997-VII, s. 2353, Madde 80).

45. Böyle "bir adil dengenin" ilgili çıkarlar arasında korunup korunmadığını değerlendirmek için, Mahkeme iç mevzuat kapsamında tazminatın ödenebileceği şartları ve bu şartların başvuranın davasında nasıl uygulanmış olduğunu dikkate almalıdır (bkz. mutatis mutandis, 8 Temmuz 1986 tarihli Lithgow ve Diğerleri - Birleşik Kraliyet kararı, A Serisi no. 102, s. 50, Madde 120 ve yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1309, Madde 27 ve 29).

46. Mahkeme, ilk olarak, Durağan Mahkemesi tarafından istimlak için verilen tazminat tutarının (bkz. yukarıda paragraf 14) mevzu konusu olmadığına dikkat çeker. Bu sebepten dolayı da davanın bu yönünü değerlendirmek gereksizdir.

47. İkinci olarak, Mahkeme, Hükümet'in gecikme faizi oranının belirlenmesinin geniş takdir marjı sınırları içerisinde olduğunu iddia ettiğini belirtmiştir ki bu takdir marjı Sözleşmeci Devletler tarafından istimlak sonrasında ödenecek tazminatın şartlarını belirlemekte kullanılmaktadır (bkz. yukarıda paragraf 39).

Mahkeme ulusal yetkililerin takdir marjı olduğunun farkındadır; bu marj Devlet'in ödeyeceği borçların faiz miktarını kısıtlarken önemli rol oynayabilir. Ancak, bu marj genel taleplerle bireyin temel haklarının korunması arasında "adil dengenin" korunup korunmadığı hususu kanıtlayamaz (bkz. yukarıda paragraf 44). Bu yüzden de, Mahkeme, sorunu çözerken kullanılan yollarda izlenen amaç arasında belirli bir orantının sağlandığını ve mülkünden mahrum bırakılan kişi üzerine fazlasıyla yük bindirilmediğini garanti altına almalıdır (bkz. mutatis mutandis, yukarıda anılan Lithgow ve Diğerleri kararı, s. 50, Madde 120).

48. Mahkeme, mevcut davadaki söz konusu süreler içerisine (bkz. yukarıda paragraf 42), Türkiye'de enflasyonun yılda %70'lere çıktığına dikkat çeker (bkz. yukarıda paragraf 25 ve Komisyon raporunun 49. paragrafı - ve, mutatis mutandis, yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 30). Ancak, 3095 Sayılı Kanun çerçevesinde, Sn. Aka'ya ödenecek miktar üzerinden alınan gecikme faizi oranı yıllık % 30'dur. Şu söylenmelidir ki, söz konusu istisnai durum Devlet'in yararına olmuştur; Devlet, yükümlülüklerini yerine getirirken alacaklılarının yasal olarak ondan bekleyebilecekleri kadar dikkatli olmayabilir; ancak bu durum gecikme faizlerini enflasyon oranına yakın bir oranda ödemeleri istenen Devlete borcu olan kişilerin durumuyla tezat

oluşturmaktadır (bkz. yukarıda paragraf 17 ve Komisyon raporunun 52. paragrafı - ve yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 29; yukarıda anılan Lithgow ve Diğerleri kararı, s. 58-59, Madde 144-147).

49. Mahkemenin daha önce Akkuş kararında da belirttiği üzere, istimlak tazminatının ödenmesindeki normal olmayan gecikmeler, özellikle belirli ülkelerde paranın değer kaybetmesi göz önünde tutulduğunda, arsası istimlak edilen kişiyi belirsizlik içinde bırakarak büyük oranlarda maddi kayıplara yol açmaktadır (bkz. yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 29). Aynı durum söz konusu tazminatın belirlendiği idari veya adli takibatlardaki normal olmayan gecikmeler için de geçerlidir; özellikle de arsası istimlak edilen kişinin hak ettiği tazminatı almak için bu tür takibatlara başvurması gerektiğinde (bkz. yukarıda paragraf 10-15).

50. Mahkeme, Sn. Aka'nın arsalarının istimlak edildiği tarihte kendisine verilecek tutarla ödemenin yapıldığı zamanki tutar arasındaki farkın - ki bu farka tamamen istimlak yetkilileri sebep olmuştur - mülkiyet hakkının korunması ve genel talepler arasında olması gereken adil dengeyi alt üst ederek başvuran açısından, arsanın kaybıyla da ikiye katlanan çeşitli kayıplara neden olduğu kanaatındadır (bkz., mutatis mutandis, yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 30-31).

51. Yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi ihlal edilmiştir.

II. SÖZLEŞME'NİN 50. MADDESİ'NİN UYGULANMASI

52. Sözleşme'nin 50. maddesi şunları öngörmektedir:

"Eğer Mahkeme, yasal bir otorite tarafından veya Yüksek Sözleşmeci Tarafın diğer bir otoritesi tarafından alınan bir karar ya da önlemin kısmen ya da tamamen Sözleşme'den doğan yükümlülüklerle çelişkili olduğuna karar verirse, ve eğer söz konusu Taraf'ın iç hukuku sadece bu karar ya da önlemin sonuçları için kısmi tazminata müsaade ediyorsa, Mahkeme'nin kararı, eğer gerekirse, mağdur tarafın adil tazminatını karşılar."

A. Maddi zarar

53. Başvuran, Komisyon'un mevcut davaya ilişkin dönemlerde paranın değer kaybetmesine yönelik yeterli tazminat seviyesinin ne olacağı hususunda varmış olduğu sonuçları (bkz. yukarıda paragraf 40 ve aşağıda paragraf 55) kabul ettiğini ifade eder. Mahkeme'den kendisine maddi zarar için toplam 9.557 ABD doları verilmesini talep eder; bu miktar Komisyon'un Türk Lirası ("TRL") olarak hesapladığı tutara eşittir.

54. Hükümet, eğer Mahkeme adil tazminat olarak başvurana maddi zarar için tazminat ödemeye karar verdiyse, verilecek tutarın Akkuş kararında kullanılan yöntemle belirlenmesi gerektiğini ileri sürer. Söz konusu kararda izlenen yöntem göz önünde bulundurulduğunda, iddia edilen kaybın süresi Yargıtay'ın mevcut davaya ilişkin kararını açıklamasından sonra makul bir sürenin - Hükümet bu sürenin üç ay olması gerektiğini ifade etmiştir - sonu itibariyle hesaplanması gerekmektedir. Bu sebepten dolayı, dikkate alınması gereken süre 87/2873 no'lu takibatta belirlenen ödeme için on üç ay, 87/2828 no'lu takibatta belirlenen ödeme içinse on üç buçuk aydır (bkz. yukarıda paragraf 15-16). Hükümet bu dönemler içerisinde ortalama enflasyon oranının sırasıyla %58.5 ve %56.5 olduğunu belirtmiştir. Sn. Aka'nın toplam kayıp miktarını 4.350.347 TL olarak hesaplamışlardır.

55. Komisyon, başvuranın maddi zararını değerlendirmek için gecikme faizi oranıyla (% 30) Ekim 1988 ve Aralık 1992 tarihleri arasındaki ortalama enflasyon oranı (yıllık % 67) arasındaki farkın göz önünde tutulması gerektiği kanaatindedir. Buna göre şu sonuca varmıştır; 87/2837 ve 87/2828 no'lu davalarda ek tazminat olarak ödenen 7.097.276 ve 10.116.692 TL (bkz. yukarıda paragraf 16) ilgili dönemlerdeki enflasyon oranı göz önüne alınmış olsaydı başvurana ödenmesi gereken miktarın - 28.051.771 ve 59.077.779 TL - sadece % 25,3 ve % 17,12'sine tekabül etmektedir (bkz. yukarıda paragraf 40 ve Komisyon raporunun 32. 33 ve 54. paragrafları).

56. Mahkeme mevcut davada göz önünde tutulması gereken süre ve ihtilafın kapsamına ilişkin bulgularını dile getirmektedir (bkz. yukarıda paragraf 42). Yukarıda 48. ve 50. paragraflarda ifade edilen sonuçlara ilişkin olarak, Mahkeme, Komisyon'un değerlendirmesini kabul eder ve, Komisyon gibi, Sn. Aka'nın zararının 30 Ocak 1992 ve 7 Ocak 1993 tarihlerinde ödenen miktarlarla arsanın istimlak edildiği 4 Eylül 1993 tarihindeki paranın değer kaybı (bkz. yukarıda paragraf 40 ve , mutatis mutandis, yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1311, Madde 35) veya Durağan Asliye Mahkemesindeki takibatların başlama tarihi ve başvuranın ifade ettiği tarih olan 2 Ekim 1987 (bkz. yukarıda paragraf 38) dikkate alınarak ek tazminat düzenlenmiş olsaydı başvuranın alacağı miktar arasındaki farka eşit olduğu kararına varır.

57. Mahkeme ilgili ekonomik verilerin ışığı altında kendi hesaplamalarını yaparak (bkz, yukarıda paragraf 24-25), Komisyon tarafından toplam maddi zarar miktarı olarak hesaplanan 69.915.582 TL'yi (bkz. yukarıda paragraf 40 ve 55) kabul edebileceği sonucuna varır.

Ek tazminatın ödendiği tarihlerde Türkiye Merkez Bankası tarafından belirlenen ortalama kur oranları (bkz. yukarıda paragraf 24) göz önünde tutulduğunda, söz konusu miktar başvuran tarafından talep edilen 9.557 ABD dolarına tekabül etmektedir (bkz. yukarıda paragraf 53). Yukarıda ifade edilen istisnai durumları (bkz. paragraf 48) dikkate alarak Mahkeme, maddi zarar için söz konusu miktarın başvurana verilmesi kararına varır.

B. Manevi zarar ve masraf ve harcamalar

58. Başvuran, kendisi ve ailesinin tek geçim kaynakları olan arsalarının istimlak edilmesi sonrasında yeterli tazminatı almadıkları için katlandıkları yoksulluk ve güvencesizlik gibi manevi zararlar için 20.000 USD talep etmiştir.

Ayrıca, çıkarlarını Türk Mahkemeleri ve Sözleşme kurumları huzurunda savunurken maruz kaldığı masraf ve harcamalar için de 10.000 USD talep etmiştir.

59. Hükümet, bu tür zararlar için verilen tazminatın adil olmayan bir zenginliğe yol açacağını ifade etmiştir. Masraf ve harcamalara ilişkin olarak, sadece makul olanlar ve haklı sebebe dayandırılanlar tazmin edilebilir.

60. Mahkeme, Aka ailesi üyelerinin Sözleşme'nin ihlalini teşkil eden bir dizi olayın sonucunda manevi zarara uğradıkları kanatindedir. 50. Madde çerçevesinde eşit temelde değerlendirme yaparak, Aka ailesine 1000 USD tazminat verilmesi kararına varır.

Masraf ve harcamalara ilişkin olarak, Mahkeme başvuranın bu başlık altındaki iddialarını desteklemek için herhangi bir kanıt ileri sürmediğine dikkat çeker. Sonuç olarak, bu talepler kabul edilemez (bkz., mutatis mutandis, 3 Temmuz 1997 tarihli Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri - Belçika kararı (Madde 50), Raporlar 1997-IV, s. 1299, Madde 24).

C. Temerrüt faizi

61. Mahkeme, USD olarak verilen tutarların temerrüt faizini yıllık %5.5 olarak belirlemenin yerinde olacağı kanaatine varmıştır.

YUKARIDAKİ GEREKÇELERE DAYANARAK MAHKEME OYBİRLİĞİYLE

1. Hükümet'in ön itirazının reddine;

2. 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesi'nin ihlal edildiğinin kabulüne;

3. (a) muhatap Devlet'in üç ay içerisinde başvuranın adına takibatları devam ettiren mirasçılarına, ödeme tarihinde geçerli olan oran üzerinden Türk Lirasına çevrilecek aşağıdaki tutarları ödemesinin:

(i) maddi zarar için 9.557 (dokuz bin beş yüz elli yedi) ABD Doları; ve

(ii) manevi zarar için 1000 (bin) ABD doları;

(b) bu miktarlar için ödemeye kadarki üç ayın sona ermesinden itibaren yıllık % 5.5 faizin geçerli olmasının kabulüne;

4.Adil tazminata ilişkin diğer taleplerin reddine; ilişkin alınan işbu karar İngilizce ve Fransızca olmak üzere, 23 Eylül 1998 tarihinde Strazburg'da bulunan İnsan Hakları Binası'ndaki halka açık oturumda tefhim edilmiştir.

İmza: Thor Vilhjálmsson

Başkan

İmza: Herbert Petzold

Sekreter

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Sekreterya Notu: Uygulama nedenlerinden dolayı bu ek, sadece kararın baskılı sürümünde verilecek olup (1998 Karar ve Hükümleri Raporları), ancak Komisyon Raporunun bir sureti Sekreterya'dan temin edilebilecektir.

diğx

AKKUŞ / TÜRKİYE DAVASI

(60/19967 679/869)

Strazburg

9 Temmuz 1997


Bu davada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 43. ve Divan İçtüzüğü A'nın ilgili hükümleri uyarınca Divan şu üyelerden oluşmuştur: R. Bernhardt( Başkan), Thor Vilhjalmsson, F. Gölcüklü, J. De Meyer, A. N. Loizou, G. Mifsud Bonnici, J. Makarczyk, B. Repik, P. Kuris, Mukayyit H. Petzold ve yardımcısı P. J. Mahoney

DAVANIN ESASI

I. Davanın Özel Koşulları

Baraj yapımından sorumlu olan Devlet Su İşleri, 6. Eylül-Ekim 1987'de, Kızılırmak Vadisi'nde Altınkaya hidro-elektrik barajını yapmak için Bayan Akkuş ve 1992 yılında ölen kocasına ait araziyi istimlak etmiştir. Sinop'un Gökdoğan köyünde pirinç yetiştirilmek için kullanılan bu arazi ise halen sular altındadır.

Baraj yapım projesi sonucu yapılan kamulaştırmadan 3000 den fazla aile (toplam 17.000 kişi) etkilenmiştir.

7. Başvurucuya göre, Devlet Su İşleri tarafından görevlendirilen ve Ege Bilimsel Tarım Fakültesi tarafından sürdürülen bilimsel çalışma 1987'de arazinin değerini 3200 ila 3500 olarak tesbit etmesine karşın metrekare başına 800 - 850 TL arasında ödeme yapılmıştır.

8. Devlet Su İşleri uzmanlarından oluşan bir Komite, başvurucunun arazisine 122.000 TL değer biçmiş ve bu miktar Bayan Akkuş'a kamulaştırma yapıldığında ödenmiştir.

9. Başvurucu, 12 Ekim 1987 tarihinde, Durağan Asliye Mahkemesi'ne tazminatın arttırılması ve ek kaybın hesaplanmasında enflasyon oranının göz önüne alınmasını isteyen bir başvuruda bulunmuştur. Mahkeme, 22 Haziran 1989 tarihinde, Bayan Akkuş'a 271. 039 TL ek tazminat ve kamulaştırma tarihi olan 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren geçen süre için yıllık % 30 gecikme tazminatı ödenmesine karar vermiştir. Böylece toplam tazminat 393.039 TL olmuştur. Bayan Akkuş'a aynı zamanda 61.123 TL tutan mahkeme masraflarının da ödenmesi kararlaştırılmıştır.

10. Devlet Su İşleri hukuk yönünden dosyayı bir üst mahkeme olan Temyiz Mahkemesi'ne götürmüştür. Bayan Akkuş da, ek kaybın hesaplanmasında gecikmeye bağlı kanuni faizin değil, enflasyon oranına bağlı faizin hesaplanması isteğinin karara bağlanmasını Borçlar Kanunu'nun 105'inci maddesine dayandıran (aşağıda 14. paragrafa bakınız) bir karşıt başvuru yapmıştır. Temyiz Mahkemesi kararı tek celsede onaylamıştır.

11. Ek tazminat, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na yapılan başvurudan 6 ay ve Temyiz Mahkemesi'nin kararından yaklaşık 17 ay sonra Şubat 1992'de ödenmiştir.

12. Bayan Akkuş halen ihtiyaçlarını karşılayan damadı ile birlikte yaşamaktadır.

II. İlgili İç Hukuk

13. 4 Aralık 1984 ve 3095 numaralı yasaya göre, vadesi geçmiş devlet borçlarının faizi, her yıl için % 30 dur. Olay sırasında yıllık ortalama enflasyon faizi her yıl için % 70 ve devlete ödenecek olan borçların gecikme faizi oranı her ay için % 7 (yıllık % 84) idi. (89/14915 numaralı Bakanlar Kurulu Kararı ve Devlet Alacaklarının Tahsili Hakkındaki 6183 numaralı kanunun 51. Bölümü).

14. Olayın geçtiği tarihte Borçlar Kanununun ilgili 105. Maddesi şöyledir:

"Alacaklı tarafın uğradığı kayıp geçmiş günler faizini aştığı yerde ve borçlu, alacaklının hatalı olduğunu ispatlayamadığı zaman

kaybı karşılar.

Eğer ek kaybın değeri hemen belirlenebilirse, mahkeme esasına ilişkin karar verirken, zararın miktarı da kararlaştırabilir" diye şart koşar.

15. 3 Haziran 1991'de Temyiz Mahkemesi'nin Beşinci Hukuk Dairesi , kamulaştırma tazminatına ilişkin olarak şu kararı almıştır:

"Alacaklılar yaptırıma başvurdukları zaman alacakları miktar ve faizini talep etme hakkına sahip oldukları için, başka bir şekilde tazminat talep edemezler, böylece enflasyon oranının yüksek olması esasına dayanarak alacaklının iddiasını kabul kararı, hatalı bulunmuştur".

16. 23 Şubat 1994'de (Karar E: 1993/5-600, K: 1994/80) Temyiz Mahkemesi, aşağıdaki kararı almıştır:

"3095 numaralı kanun ülkedeki enflasyon oranı % 30'un çok üzerindeyken onaylandı ve yürürlüğe girdi. Bununla birlikte, kanun koyucunun gecikme için faiz oranını % 30 olarak tespit etmiş olmasını dikkate olmadan mevcut davada, mevduata verilecek faiz oranlarına dayanan hatalı bir esasa göre % 30'u aşan bir bileşik faiz oranına hükmetmek kanuna aykırı olurdu".

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

17. Bayan Akkuş Komisyona 26 Ağustos 1991'de başvurmuştur. Bayan Akkuş, 1 No'lu Protokol'ün 1. Maddesine dayanarak; kamulaştırma için ek tazminat ödenmesinde, Su İşleri'nin gecikmesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikayetçi olmuştur.

18. Komisyon, 10 Ocak 1994'de başvurunun kabul edilebilir olduğunu (no: 19263/92) açıklamıştır. Komisyonun 27 Şubat 1996 tarihli raporunda (31. Madde), 6'ya karşı 22 oyla 1 No'lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği belirtilmiştir. Komisyon mütalaasının tam metni ve raporun içerdiği karşıt oylar, bu karara ek olarak sunulmuştur.

DİVAN'A SON SUNUŞLAR

19. Hükümet, dilekçesinde ilk sunuş olarak, Divan'dan, yapılan şikayete ilişkin olarak zaman bakımından yetkisiz olduğu, iç hukuk yollarının tamamen tüketilmediği ve davanın ispatlanmadığı gerekçesiyle davayı reddetmesini talep etmiştir.

I. HÜKÜMETİN İLK İTİRAZLARI

A. Zaman Bakımından Yetkisizlik İtirazı

20. Hükümet, Sözleşmenin 26. Maddesine dayanarak, Divan'ın, Bayan Akkuş'un başvurusunu incelemeye zaman bakımından yetkisiz olduğunu çünkü söz konusu başvuru zamanının, tazminatın başvurucuya ödendiği tarihte (Mart 1992) değil, Temyiz Mahkemesinin 17 Eylül 1990‘da, Durağan Asliye Mahkemesinin 1989'da belirlediği faiz oranını onaylama kararını aldığı tarihte başladığını (yukarıdaki 10. Paragrafa bakınız) ileri sürmüştür. Başvurucu, bu kararın açıklanmasından beri etkilenmekteydi.

21. Divan, sadece ek tazminatın ödenmesine, başvurucunun uğradığı zararın ulusal yetkililerin gecikmesinden kaynaklandığına ve başvurucunun Temyiz Mahkemesinin nihai kararını vereceği zamana kadar böyle bir şikayette bulunamayacağına işaret eder. (bkz. yukarıda Paragraf 10)

Başvurucu, 26 Ağustos 1991'de zamanı gelip de henüz ödenmeyen tazminat konusunda Komisyona yaptığı başvurusu ile ilgili olarak, 26. Maddedeki ilgili hükümden memnun kalmıştır. Dolayısıyla bu ilk itiraz reddedilmelidir.

B. İç Hukuk Yollarının Tüketilmediği İddiası

22. Hükümetin ifadesine göre Bayan Akkuş, Sözleşmenin 26. Maddesinde öngörüldüğü üzere şikayetini Türk mahkemeleri önünde ileri sürmemiş ve Borçlar Hukukunun 105.maddesinde öne sürülen çareleri doğru bir şekilde tatbik etmesi de devlete ait çözümleri de tüketmemiştir (yukarıda 14. Paragrafa bakınız).

23. Mahkeme, yerleşik içtihatlarına göre, söz konusu devlet itirazını Komisyon önüne getirmesi halinde, itirazın doğası ve şartlar elverdikçe, ön bir itirazı göz önüne alacağı konusunu tekrarlamaktadır - prensipte, uygun olabilirlik konusu önceden incelenmektedir.

Komisyon temsilcisinin belirttiği üzere, şartların mevcut davada yerine getirilmediği dava dosyasından anlaşılmaktadır. Buna göre hükümetler, bu itiraza itimat etmekten vazgeçmişlerdir.

II. 1 NO'LU PROTOKOLÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

24. Başvurucu, Türkiye'de yıllık enflasyon oranı % 70 olduğu zaman, arazisinin kamulaştırılmasını takiben kendisine ödenen ek tazminatın faizinin yetersiz olduğundan ve yetkililerin ilgili miktar için ödeme yapılmasında gecikildiğinden şikayet etmiştir. Bayan Akkuş'un itimat ettiği Protokol1, Madde 1'e göre:

"Her doğal ve meşru kişi mülkiyetinin tasarrufunda bulunma hakkına sahiptir. Uluslararası hukukun genel prensipleri ve içtüzükler için koşulların sağlanması halinde şartları yerine getiren konular ve kamu yararı hariç olmak üzere, hiç kimse bu haklardan mahrum bırakılamaz.

Ancak, önceki şartlar, genel menfaate göre mülk kullanımını kontrol etmek ve vergi ödemelerini kontrol altına almak veya diğer primler veya ceza gibi kanunları uygulamak hiç bir şekilde devletin hakkını zayıflatmaz".

Bayan Akkuş, tazminatı, arazisi kamulaştırıldığında veya Mahkeme duruşmaları başladığı zamanki değeriyle hesaplandığı için şikayetçi oldu (yukarıda 6. ve 9. paragraflara bakınız). Bayan Akkuş, enflasyon oranı yerine ek tazminatı, enflasyon oranı yerine ödenmeyen faizin kanuni oranını hesaplamak için Borçlar Kanunu'nun 105. Maddesini göz önüne almayı ve başvuruyu reddettiği için Temyiz Mahkemesi'ni eleştirdi. Bayan Akkuş ek tazminatın kendisine, duruşmalar başladıktan dört yıl, dört ay ve özellikle de Temyiz Mahkemesinin kararından 17 ay sonra, Şubat 1992 tarihinde ödendiğini belirtmiştir. Ancak 1980'den önce benzer davalarda ödeme en çok iki ay içinde yapılıyordu. Ayrıca, bayan Akkuş, geçen yıllarda enflasyonun etkisiyle istimlak tazminatı bedelini düşürmek için ödemeden farklı olarak bakılan ödeme müddetinin, idari bürokrasinin iyi niyetine bağlı olduğunu söylemiştir. Son olarak, bayan Akkuş, Türk hukukunun, devlet tarafından özel kişilere verilen borçların ışığında uygulama önlemleri alabilecek kurallara sahip olmayışından dolayı üzüldüğünü belirtmiştir.

25. Komisyon, başvurucunun kaybının uzaması nedeniyle 1 No'lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Komisyon, Bayan Akkuş'un 390.000TL aldığını tahmin etti ancak ulusal yetkililer, ek tazminatın ve gerçek ödemenin yapıldığı tarihten beri geçen 17 aylık süre içinde paranın değer kaybını hesaba katsalardı, Bayan Akkuş, yaklaşık olarak 594.000 TL alacaktı.

26. Hükümet buna karşı çıkmıştır. Yetkililer bayan Akkuş'a araziye sahip olmadan önce kendisine 122.000 TL ve arazinin değerini yeniden tayin etmek için dava muamelelerinden sonra da % 30 faiziyle birlikte 271.039 TL ek tazminat ödendiğini belirtmişlerdir (yukarıda 9. Paragrafa bakınız). Hatta, bu miktarlar hesaplanırken, enflasyonun dikkate alınmadığı farz edilirse, tazminat, istimlak edilen arazinin değeriyle oldukça orantılı olduğundan hükümet, mahkemenin içtihatlarına dayanan hukuka güvenmiştir. Protokol 1, Madde 1'de belirtilen şartlar tatmin ediciydi. Binlerce insanın menfaatinin söz konusu olduğu geniş ölçekli projelerin olduğu yerde durum özellikle böyleydi;devlet tam tazminat ödemeyi şart koşarken, bu gibi projelerin gerçekleşmesinde bunu engellerdi. Bundan başka, başvurucu mevcut davanın, başvurucunun kendi kararı, kendi riski olduğundan ve Borçlar Kanununun 105. Maddesi uyarınca kendisine avantaj sağlayacak bir imkan olmadığından "kişisel ve fazla bir yük" taşıdığını iddia edemez. Dahası, kendi avukatı bile günlük bir Türk gazetesinde yayınlanan bir makalede, değeri, değerlendirme komitesi ve mahkeme tarafından tayin edilerek kamulaştırılan belirli arazilerin değerlerinin piyasa fiyatından oldukça yüksek olduğunu kabul etmiştir.

Hükümet, son olarak, yaratıcı ve etkili kamu hizmetinin ayrılmaz bir parçası olan faiz oranlarının konulması ve uygulanmasında büyük kıymet bildirim hadlerine güvenmiştir. Devlete ödenmesi gereken yüksek faiz oranı, kamu hizmetinin bozulmaması ve vekaletin yerine getirilmesi konusunda kanun koyucu tarafından karara bağlanan dolaylı bir vergi oluşturmak için tasarlanmıştır.

27. Başvurucunun şikayet ettiği gibi bir durum "mülkiyetinin kullanımından yararlanma hakkı vermek"le ilgilidir Mahkeme, genel menfaatlerin talebiyle, şahısların temel haklarının korunması zorunluluğu arasında hakça bir dengenin sürdürülüp sürdürülmediğini incelemek zorundadır; bu bağlamda, tazminatın ulusal kanunlar altında ödenebilirliği konusundaki şartlar ve kavramlar ve başvurucunun davası sırasında gösterdiği tavır, gözönüne alınmak zorundadır (Lithgow ve Diğerleri-Birleşik Krallık konusundaki 8 Temmuz 1986 tarihli karar, Seri: A no. 102, s. 50, & 1202'a bakınız).

28. Mahkeme, başlangıçta, bir hidro-elektrik santrali inşa etmek için arazisi istimlak edilen başvurucuya, kamulaştırma işlemi yapıldığında, tazminatın ödendiğine işaret etmiştir (yukarıda 8. Paragrafa bakınız). Durağan Asliye Mahkemesi, sonradan, bayan Akkuş'a istimlak tarihinden itibaren yıllık % 30 faiz oranıyla ek bir tazminat ödemiştir (yukarıda 9. Paragrafa bakınız).

Devlet Su İşleri uzmanlarının oluşturduğu bir komite tarafından yürütülen arazinin değerinin ölçülmesi işi ve ek tazminatın miktarının belirlenmesi, mahkemenin görevi değildir. Anlaşmazlığın alanı, kabul edilebilirlik konusundaki Komisyon kararı ile belirlenmiş ve kendisine yetkililer tarafından zamanında ödenmeyen tazminat yüzünden bayan Akkuş'un uğradığı iddia edilen zarara tesir etmiştir.

29. Bu bağlamda, mahkeme, uygun olmayan gecikmeler gibi tazminatın değerini düşürme ihtimali dahilinde olan değişik durumlara başvurmaksızın ödeme yaptığında, tazminatın miktarını azaltılabilme yetkisini önceden elinde tutmuştur ( gerekli değişiklikler yapılmış olarak Stran Yunan Rafineleri ve Startis Andreadis - Yunanistan konusunda 9 Aralık 1994 tarihli karar, seri no. 301-B, s. 90, &82'a bakınız). Usule uygun olmayarak, istimlak için tazminat ödenmesindeki uzun gecikmeler, arazisi kamulaştırılan kişinin artan bir mali kayba sebep olmakta, özellikle bazı ülkelerde olduğu gibi paranın değer kaybı, kişiyi belirsiz bir konuma koymaktadır. Mahkeme, bu konuda devlete olan borçların, yıllık ödeme faizlerinin % 84 olduğu Türkiye'de borçluların borçlarını hemen ödemeleri cesaretlendirilmekte, yoksa devletin vergi ödeyen kişileri, eğer devlet ödeme yapamazsa ya da ödemelerde gecikme olursa, büyük bir kayba girmektedirler.

30. Mevcut davada ek tazminat başvurucuya, yıllık % 30 faizi ile birlikte, Türkiye'de enflasyonun yıllık % 70'e çıktığı ve Temyiz Mahkemesi kararından 17 ay sonra, Şubat 1992'de ödenmiştir.

En son olarak Temyiz Mahkemesi tarafından kararlaştırılan, başvurucunun tazminat miktarı ile gerçekte ödenen miktar arasındaki - sadece yetkililerin sebep olduğu - farklılık Bayan Akkuş'un arazisinin istimlak edilmesinden doğan zarardan başka ek bir zarara da uğramasına yol açmıştır.

31. Ulusal yetkililer, 17 aylık tazminat ödemesini sonraya bırakarak, tazminatın yetersizliğini göstermiş ve sonuçta mülkiyet hakkını korumak ile genel menfaatlerin gerekliliği arasındaki dengeyi bozmuşlardır.

Böylece, 1 No'lu Protokolün 1.Maddesi ihlal edilmiştir.

SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI

32. Sözleşmenin 50. Maddesine göre;

"Divanın Kararı, bir Yüksek Akid Tarafından adli makamları veya resmi bir makam tarafından alınmış olan bir kararın veya vaz'edilmiş bulunan bir tedbirin işbu Sözleşmeden doğan mükellefiyetlere tamamen veya kısmen aykırı olduğunu beyan ederse ve eğer mezkur Akid Tarafın dahili mevzuatı bu kararın veya tedbirlerin neticelerini ancak kısmen izaleye müsaitse, Divan kararında, buna mahal varsa, hakkaniyete uygun bir surette mutazarrır tarafı tatmin eder".

A. ZARAR

1. Maddi Zarar

33. Bayan Akkuş, maddi zarar olarak 50.000 ABD doları talep etmiştir. Bayan Akkuş'un 17 Eylül 1990 tarihindeki son sunuşuna göre, yıllık enflasyonun % 70 olduğu gözönüne alınsaydı, Temyiz Mahkemesinin ödeme yapılması için verdiği karar toplam 739.163 TL olurdu. Bayan Akkuş, ifadesinde, Şubat 1992'de kendisine ödenen 758.200 TL ile, ulusal yetkililerin esas ödemesi gerekenin yarısını ödendiklerini belirtmiştir.

34. Hükümet, iddiayı, başvurucunun sadece beşte birine sahip olduğu istimlak edilen tüm arazinin değerini aştığı için, tamamen na-münasip olarak telakki etti. Onlar aynı zamanda 1988-1992 yılları arasında Türkiye'deki yıllık ortalama enflasyon oranının % 61 olduğuna değinmişlerdir.

35. 17 Eylül 1990 yılında, Temyiz Mahkemesi, Durağan Asliye Mahkemesi'nin kararlarını onayladığını kaydeder. Asliye Mahkemesi, bayan Akkuş'a ek tazminat olarak 271.039 TL ve 4 Eylül 1987 yılından beri her yıl için % 30'dan ve kanuni giderler için de 61.123 TL (yukarıda 9. Paragrafa bakınız) ödenmesine karar vermişti. Temyiz Mahkemesi'nin karar gününde veya makbul bir süre içinde (mesela 3 ay içinde) başvurucu, 576.097 TL almalıydı. Ancak ödeme Şubat 1992'de yapıldı (17 ay sonra). Bayan Akkuş, gerçekte mahkeme hesabına göre ortalama 772.276 TL aldı.

Yukarıda 30. ve 31. Paragraflarda varılan sonuçları göz önüne aldığımızda mahkeme, başvurucunun uğradığı kaybın Şubat 1992 yılında ödenen asıl miktarı ile son 14 ay içinde yıllık % 70 enflasyondan kaynaklanan değer kaybı ile hesaplandığında ortaya çıkan toplam 576.097 TL arasındaki farka eşit olduğunu göz önünde tutar. Bayan Akkuş'a yapılan ödeme sırasında ödenmesi gereken miktar 1.046.192 TL idi. Sonuç olarak, iddiasını döviz cinsi üzerinden formüle ettiğinden ve Hükümet buna karşı bir itirazda bulunmadığından, bayan Akkuş'ın zararı ortalama 273.916 TL veya 48 ABD dolarıdır.

36. Bu olaylarda, mahkeme, başvurucuya, tazminat olarak, ödeme günü Türk lirasına çevrilmek üzere, 48 ABD doları ödenmesini dikkate almıştır.

2. Manevi Tazminat

37. Bayan Akkuş, arazisinin kamulaştırma bedeli olarak aldığı tazminat yetersiz olduğundan durumunun son derece belirsiz olarak devam ettiğini iddia etti. O, sadece tüm geçim araçlarını, hatıralarını ve köyün ona sağladığı güvenli ortamı kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda damadının evinde ve onun mali desteğine muhtaç kalmıştır ki, bu da Türk aile hayatında utanç verici bir durumdur. Bayan Akkuş, manevi zararının karşılanması için 50.000 ABD doları talep etti.

38. Hükümet ve Komisyon temsilcisi bir görüş bildirmez.

39. Mahkeme, başvurucunun 1.000 ABD dolarına denk delen bir manevi zarara uğradığını göz önüne almıştır.

B. MASRAF VE ÜCRETLER

40. Bayan Akkuş, Sözleşme kurumları nezdinde ve Türkiye'de maruz kaldığı masraf ve harcamalar için 23.960 ABD doları talep etti.

41.Hükümet, miktarın belirli, uygun ve somut bir kanıta dayanmadığı iddiası konusunda bir cevap verdi.

42. İçtihatlar için kurulan kriterler ışığında mahkeme başvurucuya ulaşım ve geçim ücretleri olarak, kanuni yardım adı altında ödenmiş olan 8.968 FF düşülerek, ödeme gününde Türk lirası karşılığı toplam 5000 ABD doları ödenmesi gerektiğini iddia etti.

C. KANUNİ FAİZ

Mahkeme, miktar, Amerikan doları olarak ödendiğinden yıllık % 5 faizle ödeme yapmasının uygun olacağını düşünür.

BU SEBEPTEN DOLAYI DİVAN;

1. Hükümetin ön itirazlarını 1'e karşı 8 oyla reddeder.

2. 1 No'lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiğini 2'ye karşı 7 oyla kabul eder.

3. 2'ye karşı 7 oyla;

a. Savunma durumunda olan devletin üç ay içerisinde ödeme yapmasına; aşağıdaki miktarlar ödeme günündeki oranları hesap edilip Türk lirasına çevrilerek;

i) maddi zarar için 48 ABD doları tazminat

ii) manevi zarar için 1.000 ABD doları tazminat

iii) Masraflar ve harcamalar için, kanuni yardım olarak alınan 8968 FF düşülerek 5.000 ABD doları,

b. ABD doları olarak kararlaştırılan bu miktarlar yukarıda bahsi geçen 3 aylık sürenin bitiminden yerleşmeye kadar yıllık basit faiz oranı olan % 5 üzerinden hesap edilir.

4. Geriye kalan ve sadece memnuniyet için yapılan iddiaların oybirliği ile reddine karar verilmiştir.

İngilizce ve Fransızca olarak, Strasboug'da İnsan Hakları Binasında halk oturumuyla 9 Temmuz 1997 tarihinde

Rudolf Bernhardt

Başkan

Kayıt İçin

Paul Mahoney

Kayıt Yardımcısı

Sözleşmenin 51. Madde § 2 ve Bay Thor Vilhjalmsson'nun karşı oyu olan A Mahkemesinin kurallarından olan 53. Madde § 2 ile Bay Mifsud Bonnici bu karara eklenmiştir.

YARGIÇ MIFSUD BONNİCİ'NİN KATILDIĞI YARGIÇ THOR VILHJALMSSON'UN KARŞIOYU

Bu davada sorumlu devlet başvurucuya parayı zamanında ödememiştir. Kanuni faiz oranı enflasyon oranından düşük olduğu için, Bayan Akkuş zarara uğramıştır. Enflasyon birçok ülkede ciddi bir sorun olmuştur ve olmaktadır ve hükümetler enflasyonla mücadeleyi ekonomi politikalarının başlıca konusu olarak görmektedirler. İnsan hakları konusundaki kurallar bu mücadelede etkili bir yöntem değildir. Enflasyonun genel etkisi, ekonomik hayatı bir bütün olarak etkilemesi ve kişiler üzerindeki yansımasıdır, hatta sıkça ciddi olarak, seyrek bir biçimde, veya en azından bu davada olduğu gibi değil ama, sadece kendi fikrim olarak, kişisel ve özeldir.

DİPNOTLAR

Davanın numarası 60/1996/679/869'dur. İlk numara, ilgili yılda mahkemeye getirilen davalar listesindeki davanın yeridir (ikinci numara). Son iki numara, mahkemenin başından beri önüne getirilen davaların listesindeki yerini ve Komisyon'a sunulan benzeri başvurular arasındaki yerine işaret eder.

A Kuralları, 9 numaralı protokol yürürlüğe girmeden önce mahkemeye getirilen tüm davalara uygulanır (1 Ekim 1994) ve sonra da sadece bu protokol ile bağlı olmayan devletlere uygulanır. Onlar, sonradan birçok kez değiştirildiği üzere 1 Ocak 1983 tarihinde yürülüğe giren kurallara benzer.

Kayıt memurunun notu: Pratik nedenler yüzünden bu ek, kararın basılmış şekliyle çıkacaktır (Hükümler ve Kararlar - 1997 Raporlarında), ancak Komisyon raporunun bir kopyası kayıt ofisinden sağlanabilir.

diğx

AKTAŞ / TÜRKİYE DAVASI

(24351/94)

Strazburg

24 Nisan 2003

I- DAVA KOŞULLARI

A. Giriş

Başvuran 1973 doğumlu olup. Derik/Türkiye'de ikamet etmektedir.

Dava. başvuranın kardeşi Yakup Aktaş'ın ölümüyle ilgilidir. 1964 doğumlu olan Yakup Aktaş, 25 Kasım 1990 tarihinde, Mardin/Türkiye'de ölmüştür. Geride bir dul ile o yılın baslarında doğan bir kız çocuğu bırakmıştır.

Başvuran, Yakup Aktaş'ın ölümünün, gözaltında gördüğü işkenceden kaynakladığını iddia etmekledir. Hükümet bunu reddetmektedir.

İhtilaflı olan dava konusu olaylar hakkında, Komisyon, 19 ve 20 Kasım 1997 tarihlerinde Ankara'da tanık dinleme duruşması yapmak üzere bir heyeti görevlendirmiştir. Heyet, başvuranı ve şu tanıkları dinlemiştir:

Başvuranın kardeşi Mahmut Aktaş, Savcı Şevki Artar, Prof. Dr. Özdemir Kolusayın. Dr. Hüseyin Sarı ve Dr. Güneş Pay.

18 Kasım 1997 tarihinde, başka bir dava münasebetiyle yapılan tanık dinleme duruşmasında, fiili Hükümet Ajanı, bu davada ifade vermeye çağrılan on Jandarma görevlisinin, güvenlik gerekçesiyle, başvuran ve akrabalarının yokluğunda ifade vermeleri, ayrıca başvuranın temsilcileri tarafından görülmemeleri için aralarına bir perde koyulması gerektiğini ifade etmiştir. 29 Kasım 1997 tarihinde Hükümet, bu isteğini, Mardin İl İdare Kurulu adına Yakup Aktaş'ın ölümünü soruşturan Jandarma görevlisini de dahil ederek genişletmiştir. Konuyu görüşen heyet, görüntüyü engelleyici perde önerisini reddetmiştir. Ancak, adı geçen onbir sanığın, başvuran ile akrabalarının Adliye Binasında bulunmadıkları bir günde vermelerini teklif etmiştir. Hükümetin fiili ajanı, bu durumda onbir tanığın ifade vermeyeceğini bildirmiştir, bunun üzerine Heyet, Hükümeti, her bir tanık bakımından bunun nedenlerini yazılı olarak Komisyona bildirmeye davet etmiştir.

Diğer belgeler, taraflarca, tanık dinleme duruşması sırasında sunulmuştur. 20 Kasım 1997.'de fiili Hükümet Ajanı Yakup Aktaş'a ait olduğu belirtilen bir cesedin dört fotoğraftın göstermiştir. Ön ya da arkalarında, kimlik bilgilerini gösterir herhangi bir işaret mevcut değildi. Heyet, Hükümetten, ayrıntılı bilgi ve belge ile fotoğrafların negatifleriyle birlikte ikişer örneğinin daha gönderilmesini talep etmiştir. Bu talep, daha sonra. 26 Kasım 1997 tarihli bir yazıyla teyit edilmiştir. Aynı gün taraflardan, hala dinlemek istedikleri tanıkların isimlerini Komisyona bildirmeleri istenmiştir.

8 Aralık 1997 tarihinde Hükümetten, Yakup Aktaş'm ölümünü tespit eden doktorun ismini bildirmesi istenmiştir.

23 Aralık 1997 tarihli yazıyla Hükümet, Heyete ifade vermeyen tanıklardan biriyle ilgili olarak bir doktor notu ve diğer bir dizi evrak sunmuştur. Bunlardan biri. Mardin Cumhuriyet Başsavcılığı "nın Adalet Bakanlığına gönderdiği ve istenilen dört adet fotoğrafın negatifinin Mardin Ağır Ceza Mahkemesi"nin dosyasında ya da Mardin İl Jandarma Komutanlığı Merkezinde bulunmadığını belirten, 10 Aralık 1997 tarihli yazıdır.

5 Şubat 1998 tarihli bir yazıyla, Hükümet Yakup Aktaş'ın ölümünü tespit eden doktorun ismini bulmanın mümkün olmadığını bildirmiştir.

12 Şubat 1998'de, Hükümete, Komisyon'un 26 Kasım 1997 tarihli yazısında belirtilen bilgi ve belgelerin tamamının gönderilmemiş olduğu hatırlatılmıştır. Cevap olarak, Hükümet 20 Mart 1998 tarihli yazısıyla, istenilen belgelerin tamamının gönderildiğini belirtilmiştir. 27 Mart 1998 "de. Komisyon, henüz gönderilmeyen bilgi ve belgelerin bir listesini göndermiştir.

12 Mart 1998'de taraflara, Komisyon'un 14 Nisan 1998'de başlayacak oturumda yargılamanın durumunu inceleyeceği ve bu tarihten önce, 26 Kasım 1997 tarihli yazıda dinlenmesi istenilen tanıklarla ilgili soruya yanıt verilmemesi durumunda, tarafların başka tanıkların ifadelerine başvurulmasını istemediklerinin varsayılacağı bildirilmiştir.

15 Nisan 1998 tarihli yazıyla Hükümet, beş tanığın, Jandarma subaylarının dinlenmesini talep etmiştir. Ancak, tüm güvenlik önlemlerinin alınması gerektiğini vurgulamıştır. 20 Nisan 1998 tarihinde Hükümetten, bu düzenlemelere neden ihtiyaç duyulduğu ve bu davanın güvenlik güçlerinin dinlendiği diğer davalardan ne farkının olduğu sorulmuştur. Ayrıca istedikleri güvenlik önlemlerinin neler olduğu sorulmuştur.

20 Nisan 1998'de, Hükümet, 26 Kasım 1997 tarihli yazıyla istenilen fotoğrafların iki örneğini göndermiştir.

5 Mayıs 1998 tarihli yazıyla Hükümet, beş tanığın, başvuran ve temsilcilerinin yokluğunda dinlenmesini, böylece tanınmamış olacaklarını bildirmiştir.

23 Mayıs 1998’de Komisyon, talebi incelemiştir. Başvuran temsilcileri bulunmadan tanıkların dinlenmesi talebini kabul etmemiştir. Komisyoncun kararı, taraflara. 27 Mayıs 1998 tarihinde bildirilmiş. Hükümetten, sözkonusu beş tanığın normal koşullarda dinlenilmesini teyit etmesi istenmiştir.

27 Mayıs 1998 tarihli yazıyla Hükümet, Komisyon'un 26 Kasım 1997 tarihli yazısıyla islenilen bilgileri göndermiştir.

4 Haziran 1998 tarihli yazıyla Hükümete, Komisyon'un 26 Kasım 1997 tarihli yazısında belirtilen bilgi ve belgelerin tamamının gönderilmemiş olduğu yeniden hatırlatılmıştır.

5 Haziran 1998 tarihli yazıyla Hükümet, beş tanığın dinlenmesi ile ilgili olarak görüşlerini iletmiştir. Bir kez daha, başvuran ve temsilcilerinin yokluğunda ifade vermelerini talep etmiş. aksi takdirde, adı geçenlerin ifade vermeyeceklerini bildirmiştir.

23 Haziran 1998'de Hükümet, 26 Kasım 1997 tarihli yazıyla istenilen bilgileri iletmiş ve tekit yazısında belirtilen bazı belgelerin daha önce Komisyon'a sunulmuş olduğunu belirtmiştir.

4 Temmuz 1998'de Komisyon Hükümetin beş tanığın dinlenmesiyle ilgili, 5 Haziran 1998 tarihli görüşlerini incelemiştir. 23 Mayıs 1998 tarihli kararını değiştirmemeye karar vermiştir. Komisyon'un kararı taraflara 6 Temmuz 1998 tarihinde bildirilmiş ve esasa ilişkin görüşlerini iletmeleri istenmiştir. Komisyon, aynı zamanda, Hükümetin henüz göndermediği bir belgeyi belirtmiştir.

9 Temmuz 1998 tarihli yazı ile Hükümet, davanın esası hakkındaki görüşlerini sunmuştur.

4 Eylül 1998 tarihli bir yazıyla Hükümet, Komisyon'un 6 Temmuz 1998 tarihli yazısında belirtilen belgeyi göndermiştir.

B. Başvuranın Olaylar Hakkındaki Görüşleri:

Başvuranın kardeşi Yakup Aktaş 18 Kasım 1990 tarihinde, Derik Jandarma Komutanlığı tarafından gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınmadan önce tedavi gördüğü küçük bir zührevi hastalık dışında sağlık durumu iyidir. Yakup Aktaş gözaltına alındıktan sonra Dr. Adnan Parkan tarafından muayene edilmiştir. Dr. Parkan, Yakup Aktaşın, dövüldüğüne ya da şiddete maruz kaldığına ilişkin herhangi bir işaret bulunmadığına dair bir rapor vermiştir.

19 Kasım 1990 sabahında başvuranın diğer kardeşi Mahmut Aktaş, Yakup Aktaş'ı ziyaret etmiş ve sağlık durumunun iyi olduğunu görmüştür. Sabahın ilerleyen saatlerinde Yakup Aktaş öldüğü zamana kadar tutulduğu, Mardin'deki sorgu merkezine nakledilmiştir. 25 Kasım 1990 tarihinde akşam 7:30 civarında ölmüştür. Aynı akşam, saat 10:00'da otopsi yapılmıştır. Ölümün gerçek nedeni hakkında bir sonuca ulaşılamadığından, inceleme raporları ile Yakup Aktaş'ın vücudundan alınan örnekler Adalet Bakanlığı Adli Tıp Enstitüsüne gönderilmiştir. Adli tıp incelemesinden eldeki verilerden ölüm nedenini tespit etmenin mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır.

Ceset, başvuran ve ailenin diğer üyelerine teslim edilmiştir. Otopsi raporunda ve adlı tıp incelemesinde de belirtilen yaralar görmüşlerdir. Sözkonusu yaralar, başvuranın danıştığı patoloji uzmanı tarafından da belirtildiği gibi, kasıtlı asfiksi ölüme işaret etmektedir.

26 Kasım 1990'da, Yakup Aktaş'ın ölümünün ertesi günü başvuran, Derik Cumhuriyet Savcılığı'na kardeşinin ölümüyle ilgili olarak bir şikayette bulunmuştur. Ancak, 30 Kasım 1990 tarihine kadar soruşturma başlatılmamış, delil toplanmamış ve tanıklar Mart 1991 tarihine kadar dinlenmemiştir.

B. Hükümetin Olaylar Hakkındaki Görüşleri:

Yakup Aktaş'ın, daha sonra haklarında soruşturma başlatılan iki jandarma görevlisi tarafından sorgulanması, adı geçenin ölümünden iki gün önce yani 23 Nisan 1990 tarihinde sona ermiştir. Yakup Aktaş 18-23 Nisan 1990 tarihleri arasında sorgulama sırasında veya arada herhangi bir hastalık emaresi göstermemiştir. Eğer böyle olsa, alay doktoru hazır edilirdi. Yakup Aktaş'ın soluk ten rengi ve bol miktarda su içme ihtiyacının, tıbbi geçmişi ve geçirdiği iki ürolojik rahatsızlıkla ilgili olduğu düşünülmüştür.

25 Nisan 1990 tarihi Pazar günü olmasına rağmen, Yakup Aktaş'ın ani rahatsızlığının ardından gerekli her türlü önlem alınmış ve derhal tıbbi müdahalede bulunulmuştur. Gözaltında bulunan diğer şahıslar durumdan bilgilendirilmiş ve Yakup Aktaş gecikmeksizin hastaneye kaldırılmıştır. Derhal bir soruşturma başlatılmış ve jandarma görevlileri hakkında yürütülen soruşturmaya başvuran da müdahil olmuştur. Birçok tanık ifadesine başvurulmuştur. Sanıklar, yeterli maddi ve tıbbi delil yetersizliğinden beraat etmişlerdir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK KURALLARI

A. Olağanüstü Hal

.......

B. Ceza ve Ceza Usul Hukuku

.......

C. Terör Suçlarının ve Güvenlik Güçlerinin İşlediği İddia Edilen Suçların Soruşturulması

.......

D. Anayasa Hükümleri ve İdarenin Sorumluluğu

.......

E. Özel Hukuk Hükümleri

.......

HUKUK

SÖZLEŞME'NİN 2. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

Sözleşmenin 2. maddesi aşağıda verilmiştir:

1- Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtun dolayı hakkında mahkemece hükmedilen hu cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez.

2. Öldürme, aşağıdaki durumlardan birinde kuvvete başvurmanın kesin zorunluluk haline gelmesi sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlali suretiyle yapılmış sayılmaz:

a) Bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunması için;

b) Usulüne uygun olarak yakalamak veya usulüne uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasını önlemek için;

c) Ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması için;

Başvuran, Komisyonla aynı doğrultuda, Yakup Aktaş'ın gözaltında gördüğü muamele sonucunda ölmesi nedeniyle, Sözleşme'nin 2. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvuran ayrıca, yetkililerin yürüttüğü soruşturmanın yetersizliğinden yakınmıştır.

Hükümet her iki yönden de, bu maddenin ihlal edildiğini reddetmiştir.

Yakup Aktaş'ın ölüm nedeni:

Mahkeme, olaylar hakkındaki bulgularından, Yakup Aktaş'ın, yaşamını yitirmesinin Hükümetin sorumluğunu gerektirecek koşullarda meydana geldiğini tespit etmiştir. Bu durumun, Sözleşme'nin 2. maddesinin ikinci paragrafında belirtilen gerekçelerle zorunlu olduğu sonucuna varacak hiçbir neden mevcut değildir.

Bu nedenle, Sözleşme'nin 2. maddesi ihlal edilmiştir.

Soruşturmanı yetersizliği iddiası:

Birinci olarak, Yakup Aktaş'ın ölü olarak hastaneye getirildiği 25 Kasım 1990 tarihinde, akşam saat 8:10' da, Mardin Jandarma Komutanlığının sorgulama merkezi olarak kullandığı binada denetleme yapılmıştır. Denetlemeyi yapanların, Jandarma'ya mensup oldukları konusunda bir görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde, bunlar arasında yer alan üç görevli, Mardin Jandarma Komutanlığı'nın istihbarat biriminde çalışmaktadırlar. Bu şahıslar. Komisyon Heyetini; ifade vermeyi ancak başvuran ve vekilleri tarafından görülmemek şartıyla kabul eden tanıklar arasındadır.

İkincisi, Yakup Aktaş'ın cesedinin hastaneye kaldırılmasından dört gün sonra, 29 Kasım 1990 tarihinde, Mardin Cumhuriyet Savcılığı, yer bakımından yetkisizlik nedeniyle Derik Cumhuriyet Savcılığınca kendisine gönderilen soruşturma dosyasını, konu bakımından yetkisi olduğu gerekçesiyle, İl İdare Kuruluna göndermiştir. İl İdare Kurulu, soruşturma için Binbaşı Dursun Şeker'i görevlendirmiştir.

Mahkeme, Yakup Aktaş'ın gözaltında ölümünün hemen ardından Jandarma görevlilerinin yetkili organlar nezdinde girişimde bulunmamış olmasını çarpıcı bulmaktadır. Konu, İl idare Kurulunun önüne, dört gün sonra, başvuranın Derik Cumhuriyet Savcılığı'na yaptığı şikayetin ardından gelmiştir.

Üçüncüsü, İl İdare Kurulu tek başına bağımsızlık gereklerini karşılamamaktadır. Mahkeme geçmişle, bu tür kurulların etkili bir soruşturma başlatamadıklarını tespit etmiştir (bkz. Oğur kararı).

Dördüncüsü, Binbaşı Dursun Şeker, Yakup Aktaş'ın sorgulamasında yer alsın ya da almasın, soruşturma yapacağı birlikle aynı komuta zincirinde yer alan bir Jandarma görevlisidir (bkz. Oğur kararı).

Beşincisi, Mart 1991 tarihine kadar, Binbaşı Şeker, Mardin Jandarma görevli herhangi bir kimsenin ifadesini almamıştır. Hükümet, bu gecikmeyi izah etmemiştir.

Diğer yandan, cesette bulunan yara ve bereler hakkında, Yakup Aktaş'ın sorgulamasına katılan jandarma görevlilerinin ifadelerine başvurulduğu açık değildir.

Bu koşullar altında Mahkeme Komisyon gibi, soruşturmanın, kullanılan gücün Sözleşme'nin 2. maddesinde belirtilen haklı sebeplere dayandığı konusunda bilgi elde etmek ve faillerin adalete teslim edilmesi için delillere ulaşmak bakından yeterli olmadığını tespit etmiştir.

Bu nedenle Sözleşme'nin 2. maddesi bu bakımdan da ihlal edilmiştir.

SÖZLEŞME'NİN 3. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

Sözleşme'nin 3. maddesi aşağıda verilmiştir:

"Hiç kimse işkenceye insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz."

Başvuran Komisyonla aynı doğrultuda, Yakup Aktaş'a yetkililerce, işkenceye varan insanlık dışı muamele yapıldığı gerekçesiyle Sözleşme'nin 3. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvuran, ayrıca, bu konuda yetkililerce yapılan soruşturmanın yetersiz olduğunu iddia etmiştir. Hükümet, herhangi bir şekilde Sözleşme'nin 3. maddesinin ihlal edildiği iddialarını reddetmiştir.

Mahkeme, elde ettiği deliller ışığında, Yakup Aktaş'a tahmil edilen suçları itiraf etmesi için işkence yapıldığı sonucuna varmıştır. Bu durumda, Sözleşme'nin 3. maddesi ihlal edilmiştir.

Mahkeme, soruşturmanın yetersizliği konusunda yukarıda belirtilen tespitler doğrultusunda Sözleşme'nin 3. maddesi'nin bu yönden de ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

SÖZLEŞME'NİN 6. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

Başvuran Mahkemeye sunduğu görüşlerinde, bu konudaki iddialarını yalnızca Sözleşme'nin 13. maddesi kapsamına dahil etmiştir.

Mahkeme, bu konuyu ayrıca kendiliğinden incelemeyi gerekli görmemektedir.

SÖZLEŞME'NİN 2 VE 3. MADDELERİYLE BİRLİKTE 13. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

Sözleşme'nin 13. maddesi aşağıda verilmiştir:

"Bu Sözleşme'de tanınmış ulan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir."

Başvuran, Komisyon'la aynı doğrultuda, yukarıda belirtilen ihlallerin sorumlularının bulunup cezalandırılmaları için tam ve etkin bir soruşturma yapılmaması ve mağdur yakınlarının etkin bir soruşturma sürecine müdahil olmalarının mümkün olmaması nedeniyle, bu maddenin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Hükümet, resmi bir soruşturmanın başlatıldığını, ardından başvuran ve kardeşinin de müdafii oldukları iki dereceli bir yargılamanın gerçekleştirildiğini belirtmiştir.

Yetkililerin, Yakup Aktaş'a gözaltında kötü muamele yapılması ve adı geçenin ölümüyle ilgili olarak, etkin bir soruşturma yapma yükümlülükleri mevcuttur. Yukarıda belirtilen nedenlerle (bkz. 2. maddeyle ilgili açıklamalar) Sözleşme'nin 13. maddesi anlamında etkin bir soruşturma yapıldığı düşünülemez. Başvuran, Yakup Aktaş'ın ölümü nedeniyle etkin bir başvuru yoluna ve bu arada tazminat yolunu da içerecek diğer elverişli başvuru yollarına sahip değildir.

Sonuç olarak Sözleşme'nin 13. maddesi ihlal edilmiştir.

SÖZLEŞME'NİN 2 VE 3. MADDELERİYLE BİRLİKTE 14. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

Başvuran, Yakup Aktaş'ın işkenceye maruz kalıp, öldürülmesi için Kürt kökenli olmasından başka bir neden olmadığını, ulusal kökeni ve bir azınlığa aidiyeti nedeniyle ayrımcılık gördüğünü iddia etmiştir.

Mahkeme, başvuranın ölümüyle sonuçlanan olayların, etnik kökeniyle ilgili olduğunu tespit etmemiştir. Dolayısıyla Sözleşme'nin 14. maddesi ihlal edilmemiştir.

SÖZLEŞME'NİN 34. MADDESiNiN İHLALİ İDDİASI

Başvuran, Hükümete tahmil olunabilecek fiil ve ihmaller yüzünden, Komisyonun bir dizi güçlükle karşılaştığını, dolayısıyla Hükümetin Sözleşme'nin 34. maddesiyle taraflara yüklenen, etkin bireysel başvurunu hakkını herhangi bir şekilde engellememe yükümlüğünü yerine getirmediğini ifade etmiştir.

Mahkeme, halihazırda, yetkililer tarafından yürütülen soruşturmaların, gerekli standartları yakalayamaması nedeniyle, Sözleşme'nin 2, 3 ve 13. maddelerinin ihlal edildiğini tespit etmiştir. Mahkeme bu konunun ayrıca Sözleşme'nin 34. (eski 25) maddesi bağlamında ele alınmasının faydalı bir amaca hizmet etmeyeceği görüşündedir.

SÖZLEŞME'NİN 38. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

Sözleşme'nin 38. maddesinin ilgili bölümü aşağıda verilmiştir:

l. Mahkeme, kendisine gelen başvuruyu kabul edilebilir bulduğu takdirde,

a) olayları saptamak amacıyla tarafların temsilcileriyle birlikte başvuruyu incelemeye devam eder ve gerekirse, ilgili Devletlerin, etkin olarak yürütülmesi için gerekli tüm kolaylıkları sağlayacakları bir soruşturma yapar;

l- Kasım 1998 tarihine kadar yürürlükte olan, Sözleşme'nin 28/1. maddesinin ilgili bölümü aşağıda verilmiştir

l- Komisyonun, kendisine gönderilen bir dilekçeyi kabul etmiş olması durumunda: a) Komisyon, olayları tespit etmek amacıyla, tarafların temsilcileriyle biri iki dilekçenin incelenmesini ve eğer gereksinim varsa, ilgili Devletlerin gerekli tüm olanakları temin ederek etkin biçimde yürütülmesini .sağlayacağı bir soruşturma yapmayı üstlenir...

Başvuran, Mahkemeden Hükümetin Komisyonun dava hakkındaki incelemelerini yürütmesi için gerekli tüm kolaylıkları sağlama yükümlülüğünü yerine getiremediğini tespit etmesini talep etmiştir.

25 Ekim 1999 tarihli Komisyon raporunda da bu yönde görüşler yer almaktadır.

Hükümetlerin, Sözleşme uyarınca yürütülen yargılamalarda, işbirliği yapmalarının önemini ve tanık dinleme duruşmalarının kaçınılmaz güçlüklerini (bkz. Timurtaş davası) göz önüne alan Mahkeme, Hükümetin, Sözleşme'nin 38/1 (a) (eski 28/1 (a)) maddesinde belirtilen, Komisyon ve Mahkemenin olayları tespit etme görevini yerini getirirken, gerekli tüm kolaylıkları sağlama yükümlülüklerini yerine getirmediğini tespit etmiştir.

BU NEDENLERLE MAHKEME,

1. Oybirliğiyle. Sözleşme'nin 2. maddesinin ihlal edildiğine;

2. Oybirliğiyle. Sözleşme'nin 3. maddesinin ihlal edildiğine;

3. Oybirliğiyle. Sözleşme'nin 6. maddesinin ihlal edilip, edilmediğini tespit etmeye gerek olmadığına;

4. Altıya karşı bir oyla, Sözleşme'nin 13. maddesinin ihlal edildiğine;

5. Oybirliğiyle. Sözleşme'nin 2 ve 3. maddeleriyle birlikte ele alındığında Sözleşme'nin 14. maddesinin ihlal edilmediğine;

6. Oybirliğiyle, Sözleşme'nin 34. ya da eski 25/1. maddesinin ihlal edilip, edilmediğini tespit etmeye gerek olmadığına;

7. Oybirliğiyle, Hükümetin Sözleşme'nin 38/1 (a) (eski 28/1 (a)) maddesinde belirtilen, Komisyon ve Mahkemenin olayları tespit etme görevini yerini getirirken, gerekli tüm kolaylıkları sağlama yükümlülüğünü yerine getirmediğine;

8. Altıya karşı bir oyla,

(a) Hükümetin kararın açıklanmasından sonraki üç ay içerisinde, Yakup Aktaş'ın dul eşi ve kızı için, başvuran tarafından teslim alınmak üzere, ödeme tarihindeki döviz kurları üzerinden Türk Lirasına çevrilmek 226.065,- (ikiyüzyirmialtıbinaltmışbeş) Euro maddi tazminat ödemesine,

(b) Yukarıda belirtilen üç ay geçtikten sonra, bu miktara, Ödemenin yapılacağı tarihe kadar, sözkonusu gecikme dönemi boyunca, Avrupa Merkez Bankası'nın kredilere uyguladığı marjinal faiz oranın üç puan üzerinde basit faiz uygulanarak ödenmesine;

9. Oybirliğiyle.

(a) Hükümetin, yukarıda belirtilen üç ay içerisinde, ödeme tarihindeki döviz kurları üzerinden Türk Lirasına çevrilmek kaydıyla, manevi tazminat olarak aşağıdaki miktarları ödemesine:

(1) Yakup Aktaş'ın dul eşi ve kızı için, başvuran tarafından teslim alınmak üzere, 58.000,- (ellisekizbin) Euro;

(2) Başvuranın kendisi için 4.000,- (dörtbin) Euro;

(b) Yukarıda belirtilen üç ay geçtikten sonra, bu miktara, ödemenin yapılacağı tarihe kadar, sözkonusu gecikme dönemi boyunca, Avrupa Merkez Bankası'nın kredilere uyguladığı marjinal faiz oranın üç puan üzerinde basit faiz uygulanarak ödenmesine;

10. Oybirliğiyle.

(a) Hükümetin, yukarıda belirtilen üç ay içerisinde, başvuranın İngiltere'de göstereceği bir banka hesabına, ödeme tarihindeki döviz kurları üzerinden Türk Lirasına çevrilmek kaydıyla, uygulanabilecek herhangi bir vergi düşüldükten sonra (net olarak), 29.275,- (yirmidokuzbinikiyüzyetmişbeş) Euro yargılama giderleri olarak ödemesine;

(b) Yukarıda belirtilen üç ay geçtikten sonra, bu miktara, ödemenin yapılacağı tarihe kadar, sözkonusu gecikme dönemi boyunca, Avrupa Merkez Bankası'nın kredilere uyguladığı marjinal faiz oranın üç puan üzerinde basit faiz uygulanarak ödenmesine;

11. Oybirliğiyle. başvuranın tazminat taleplerinin kalan kısmının reddine karar vermiştir.

Bu karar İngilizce verilmiş ve İçtüzüğün 77/2 ve 3. maddeleri uyarınca, 24 Nisan 2003 tarihinde taraflara tebliğ edilmiştir.

Vincent BERGER
Katip

Ireneu CABRAL BARRETO
Başkan

diğx

AKYAZI / TÜRKİYE DAVASI

(33362/96)

Strazburg

30 Ekim 2001


USULİ İŞLEMLER

1. Davanın nedeni, Türk vatandaşı olan Aydın Akyazı'nın ("başvuran"), 18 Ağustos 1995 tarihinde, İnsan Haklarını ve Temel Hakları Korumaya Dair Sözleşme'nin ("Sözleşme") eski 25.maddesi uyarınca, Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na ("Komisyon") yaptığı başvurudur (başvuru no. 33362/96).

2. Başvuranı Ordu'da faaliyet gösteren avukat Haluk Türkmen temsil etmiştir. Bu davaya yönelik olarak Türk Hükümeti bir Ajan tayin etmemiştir.

3. Başvuran, kendisine karşı yürütülen ceza yargılamasının Sözleşmenin 6 § 1 maddesi uyarınca "makul sürede" sonuçlanmadığını öne sürmektedir.

4. Başvuru, 1 Kasım 1998 tarihinde, Sözleşme'nin 11 No'lu Protokolü yürürlüğe girdiğinde, anılan Protokol'ün 5. maddesinin 2. fıkrası uyarınca Mahkeme'ye gönderilmiştir.

5. Başvuru, Mahkeme'nin Birinci Kısmına verilmiş (İçtüzük, 52. madde, 1.fıkra) ve bu bölüm içinde davayı inceleyecek olan daire (Sözleşme'nin 27 §1 Maddesi), İçtüzüğün 26§1 maddesine uygun olarak teşekkül etmiştir. Mahkeme'de Türkiye'yi temsil eden Sn. Yargıç Rıza Türmen davadan çekilmiştir (İçtüzük 28.madde). Bunun üzerine Hükümet Sn. Feyyaz Gölcüklü'yü Sn. Rıza Türmen'in yerine ad hoc yargıç olarak atamıştır (Sözleşme'nin 27§2 ve İçtüzüğün 29§1 maddeleri).

6. Daire Başkanı başvurunun Davalı Devlet aleyhine yapılan diğer başvurularla birleşirilmesine karar vermiştir.

7. Daire 31 Ağustos 1999 tarihli bir kararla başvuruyu kabuledilebilir bulmuştur.

8. Gerek başvuran gerekse de Hükümet esaslara ilişkin olarak görüş bildirmişlerdir (İçtüzük 59 § 1).

OLAYLAR

I. DAVAYA ESAS TEŞKİL EDEN OLAYLAR

A. Başvuranın yakalanması ve tutuklanması

* Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olup, gayrıresmî tercümedir.

9. 26 Kasım 1980 tarihinde, Fatsa Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı polis memurları başvuranı yasadışı Dev-Yol örgütüne üye olduğu şüphesiyle tutuklamışlardır.

10. 15 Ocak 1981 tarihinde Erzincan Sıkıyönetim Mahkemesi, başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir.

B. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi'ndeki Yargılama

11. 10 Mayıs 1982 tarihinde, Askeri Savcı, başvuran ve diğer 722 davalı hakkındaki iddianamesini Sıkıyönetim Mahkemesi'ne sunmuştur. Savcı, başvuranı, amacı Türk anayasal düzenini yıkarak yerine Marksist-Leninist bir rejim kurmak olan yasadışı silahlı örgüt Dev-Yol'a üye olmakla suçlamıştır. Savcılık, Türk Ceza Kanunu'nun 146§1 hükmü uyarınca ölüm cezası talep etmiştir.

12. 24 Ağustos 1988 tarihinde, Sıkıyönetim Mahkemesi, başvuranı Dev-Yol üyesi olduğu için suçlu bulmuştur. Mahkeme başvuranı TCK'nın 146§3 maddesi uyarınca onbeş yıl hapis cezasına çarptırmış ve kendisini sürekli olarak bir kamu hzimeti mesleği icra etmekten men ederek adli vesayet altına koymuştur.

C. Temyiz İşlemleri

13. Başvuranın Askeri Yargıtay'a itirazda bulunmuştur.

14. Sıkıyönetim mahkemelerini ilga eden 27 Aralık 1993 tarihli Kanunun yürürlüğe girmesinin ardından, davaya bakma yetkisi Yargıtay'a geçmiş ve 26 Aralık 1994 tarihinde dosya Yargıtay'a gönderilmiştir.

15. 4 Temmuz 1995 tarihinde, Yargıtay, başvuranın TCK 146§1 maddesi uyarınca yargılanması gerektiği gerekçesiyle mahkumiyet kararını bozmuştur. Dava Ankara Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir.

16. 24 Haziran 1997 tarihinde Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Türk Ceza Kanunu 102. maddesi uyarınca, yargılama zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle başvuran aleyhindeki kovuşturmanın sona erdirilmesine karar vermiştir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMA

A. Ceza Hukuku

17. Türk Ceza Kanunu'nun 146 §§ 1 ve 3. hükmü aşağıdaki gibidir:

"Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler, idam cezasına mahküm olur.

.......

Birinci fıkrada yazılı suça ikinci fıkrada gösterilenden gayri surette iştirak eden fer'i şerikler hakkında beş seneden on beş seneye kadar ağır hapis cezası ve amme hizmetlerinden müebbeden memnuniyet cezası hükmolunur."

HUKUK

I. SÖZLEŞMENİN 6 § 1 MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

18. Başvuran, aleyhinde yürütülen cezai kovuşturmasının süresinin uzunluğundan yakınmıştır. Bu bağlamda Sözleşme'nin 6§1 maddesinin ihlal edildiğini idda etmektedir. Anılan madde aşağıdaki gibidir:

"Herkes, ... cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, ...bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde...görülmesini istemek hakkına sahiptir."

19. Hükümet başvuranın iddialarını reddetmiştir. Başvurana yöneltilen suçlamalar bakımından davanın karmaşık olduğunu ve Dev-Yol eylemlerine karıştıkları şüphesiyle suçlanan 723 davalının söz konusu olduğu bir duruşmanın hazırlanmasının güçlüğünü ifade etmiştir.Bu etmenlerin işlemlerin uzamasında etkili olduğunu ve yargı makamlarının ihmal ve gecikmesinden söz edilemeyeceğini iddia etmişlerdir.

A. Dikkate alınacak dönem

20. Mahkeme, yargılamanın, başvuranın yakalandığı 26 Kasım 1980 tarihinde başlayıp 24 Haziran 1997 tarihinde sona erdiğini gözlemlemektedir. Dolayısıyla, başvuranın yargılanması yaklaşık on altı yıl yedi ay sürmüştür.

21. Bununla birlikte Mahkeme, Türkiye'nin bireysel başvuru hakkını tanıdığına ilişkin bildirimde bulunduğu 28 Ocak 1987 tarihinden beri geçen on yıl beş aylık dönemi inceleyebilmektedir. Yine de Mahkeme, üstte anılan bildirimin yapıldığı sırada yargılamanın ne durumda olduğunu dikkate almak zorundadır. Söz konusu tarihte, yargılama altı yıldır sürmekteydi.

(b) Yargılama süresinin makuliyeti

22. Mahkeme, Sıkıyönetim Mahkemesinin yedi yıl dokuz ayda karara vardığını gözlemlemektedir. Askeri Yargıtay itirazı beş yıl dört ay sonra ele almıştır. Askeri Yargıtay davayı ele aldıktan yaklaşık yedi ay sonra, 4 Temmuz 1995 tarihinde, karara varmıştır. Bu kararı müteakiben dava Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde görülmeye başlanmış ve bu mahkeme de zaman aşımına bağlı olarak yargılamanın sona erdirilmesine karar vermiştir. Mahkeme, gerek ilk derece mahkemesinde gerek temyiz sürecinde önemli gecikmeler olduğu kanısındadır. Bu gecikmeler davanın karmaşıklığı ile açıklanamaz ve başvurana karşı yürütülen cezai kovuşturmanın uzamasının sorumluluğu ulusal makamlara atfedilmelidir.

23. Mahkeme, kendisindeki delillere ve konu hakkındaki içtihadına dayanarak, ceza yargılamasının uzun sürmesinin "makul süre" yükümlülüğünün yerine getirilmemesine yol açtığı sonucuna varmıştır.

24. Dolayısıyla, Sözleşmenin 6 § 1 maddesi ihlal edilmiştir.

II. SÖZLEŞMENİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

25. Sözleşme'nin 41. Maddesi aşağıdaki gibidir:

"Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder."

A. Zarar

26. Başvuran, maddi ve manevi tazminat olarak 1.000.000 Amerikan Doları talep etmiştir. Bu bağlamda başvuran, yargılamanın çok uzun sürmesinden kaynaklanan birçok sıkıntıya maruz kaldığına değinmiştir.

27. Hükümet, başvuranın iddialarıyla ilgili herhangi bir yorum yapmamıştır.

28. Başvuranın yargılamasının toplam süresinin uzunluğunu dikkate alan Mahkeme, kendisinin belli bir sıkıntıya düştüğünü düşünmektedir. Hakkaniyet ilkesi temelinde kendisine 100,000 Fransız Frangı ödenmesine karar vermiştir.

B. Masraflar

29. Başvuran, yasal harcamalar için herhangi bir talepte bulunmamış, takdiri Mahkemeye bırakmıştır.

30. Hükümet, bu başlık altında da herhangi bir görüş belirtmemiştir.

31. Mahkeme, başvuranın Sözleşme işlemleri sürecinde bazı harcamalarda bulunduğunu göz önüne alarak, yaptığı masraflar için başvurana 10,000 Frank ödenmesinin makul olduğuna karar vermiştir.

C. Temürrüt Faizi

32. Mahkeme önündeki mevcut bilgilere göre, işbu kararın benimsendiği tarihte Fransa'daki yasal faiz oranı yıllık % 4,26'dır.

BU NEDENLERDEN DOLAYI MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,

1. İçtüzük 43§1 maddesi uyarınca birleştirilen diğer başvurulardan ayırmaya;

2. ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle Sözleşmenin 6§1 maddesinin ihlal edildiğine;

3.

(a) Sözleşme'nin 44 § 2 maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren 3 ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden TL'sına çevrilerek davalı Devlet tarafından başvurana,

(i) Manevi tazminat tutarı olarak 100,000 (yüzbin) Fransız Frangının

(ii) Masraflar için 10,000 (onbin) Fransız Frangının

ödenmesi gerekebilecek her türlü vergiyle birlikte, ödenmesine,

(b) üç aylık süre sonunda yapılan ödemeler için, ödeme tarihine kadar yıllık % 4,26 faiz uygulanmasına

4. Oybirliğiyle başvuranın adil tatmine ilişkin diğer taleplerinin reddine

KARAR VERMİŞTİR.

İşbu karar İngilizce olarak verilmiş ve 30 Ekim 2001 tarihinde, İçtüzüğün 77.maddesinin 2.ve 3. fıkraları uyarınca yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

Michael O'BOYLE Elisabeth PALM

Sekreter Başkan

diğx

ARSLAN / TÜRKİYE DAVASI

ARSLAN / TÜRKİYE DAVASI

(23462/94)

Strazburg

8 Haziran 1999


USULİ İŞLEMLER

1. Dava, Sözleşme'nin 32 madde 1. fıkra ve 47. maddesinde öngörülen üç aylık süre içinde, 17 Mart 1998 Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ("Komisyon") tarafından Sözleşmenin 19. maddesi uyarınca Mahkememize sunulmuştur. Türk vatandaşı olan Bay Günay Arslan tarafından 7 Ocak 1994 tarihinde eski Madde 25 kapsamında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Komisyon'a sunulmuş olan başvuruya (No. 23462/94) dayanmaktadır.

Komisyon'un talebi, Sözleşmenin eski 44 ve 48 (a) Maddeleri ile eski Mahkeme A İçtüzüğünün eski 32. Maddesi 2. Fıkrasına ilişkindir. Talebin amacı, davaya ilişkin gerçeklerin, muhatap Devlet tarafından hem ayrı olarak hem de 14. madde ile birlikte Sözleşme'nin 10. maddesi kapsamındaki yükümlülüklerin ihlal edilip edilmediğine ilişkin bir kararın verilmesidir.

2. Eski İçtüzük 33. Maddesi 3. Fıkrası uyarınca yapılmış olan soruşturmaya cevaben başvuran adli takibata katılmak istediğini bildirmiş ve kendilerini temsil edecek avukatları vekil tayin etmiştir (eski içtüzük 30. maddesi). Bunun sonucunda, zamanın Mahkeme Başkanı olan Bay R. Bernhardt avukata yazılı takibatlarda Türkçe dilini kullanma izni vermiştir (Eski İçtüzük 27. Maddesi, 3. Fıkrası). İleri bir aşamada, Yeni Mahkeme Başkanı Bay Wildhaber başvuranın avukatına sözlü takibatlarda Türkçe dilini kullanma yetkisi vermiştir (İçtüzük 36. Madde 5. Fıkra).

3. 11 no'lu Protokol yürürlüğe girmeden önce ortaya çıkabilecek, özellikle usule ilişkin hususları ele almak üzere kurulan Heyetin Başkanı sıfatıyla (Sözleşmenin eski 43. Maddesi ve eski İçtüzük 21. Madde) ve Sekreter aracılığıyla hareket eden Bay Bernhardt, Türk hükümeti ("Hükümet") temsilcisinden, başvuranın avukatı ve Komisyon Delegesinden yazılı prosedürün organizasyonu hakkındaki görüşlerini bildirmelerini istemiştir (Eski İçtüzük 37. Madde, Madde 1 ve 38). Bunun sonucunda gönderilen talebe ilişkin olarak Sekreter muhatap Hükümetin ve başvuranın görüşlerini sırasıyla 10 ve 17 Temmuz 1998 tarihlerinde almıştır. 8 Eylül tarihinde Hükümet görüşüne eklenecek evrakları göndermiştir ve 13 Kasım tarihinde başvuran adil tazmin talebinde bulunmuştur (Sözleşme'nin 14. Maddesi ve Yeni Mahkeme İçtüzüğünün 60. Maddesi).

4. 11. No'lu Protokol'ün 1 Kasım 1988 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra ve anılan Protokol'ün 5. Maddesi 5. fıkrası uyarınca, dava Yüce Mahkeme Heyeti'ne sunulmuştur. 22 Ekim 1998 tarihinde Bay Wildhaber bu dava ve Karataş - Türkiye ( başvuru no. 23168/94); Polat - Türkiye (no. 23500/94); Ceylan - Türkiye ( No. 23556/94), Okçuoğlu -

*Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olup gayrıresmi tercümedir.

Türkiye (no. 24146/94); Gerger - Türkiye (no. 24919/94); Erdoğdu ve İnce - Türkiye (no. 25067/94 ve 25068/94); Başkaya ve Okçuoğlu - Türkiye (no. 23536/94 ve 24408/94); Sürek ve Özdemir - Türkiye (no. 23927/94 ve 24277/94); Sürek- Türkiye, no. 1 (no. 26682/95), Sürek - Türkiye no. 2 (no. 24122/94); Sürek - Türkiye no.3 (no. 24735/94) ve Sürek- Türkiye no. 4 (no. 24762) olmak üzere, Türkiye'ye karşı açılan on iki emsal davası için adaletin doğru şekilde uygulanmasına yönelik olarak tek bir Heyetin kurulmasına karar vermiştir.

5. Bu amaca yönelik olarak oluşturulan Heyet, Türkiye için res'en, seçilmiş bulunan hakim Bay R. Türmen (Sözleşme'nin 27. Maddesi, 2. fıkrası ve Mahkeme İçtüzüğü 24. Maddesi, 4. Fıkrası), Mahkeme Başkanı Bay Wildhaber, Mahkeme Başkan Yardımcısı Bayan E. Palm ve Bölüm Başkan Yardımcıları Bay J.P. Costa ile Bay M. Fischbach'tan oluşmuştur (Sözleşme'nin 27. Maddesi, 3. fıkrası ve İçtüzük 24. Madde 3 ve 5(a) maddeleri). Heyet için atanan diğer üyeler: Bay A. Pastor Ridruejo, Bay G.Bonello, Bay J. Makarczyk, Bay P. Kuris, Bayan F. Tulkens, Bayan V. Straznicka, Bay V. Butkevych, Bay J. Casadevall, Bayan H. S. Gereve, Bay A. Baka, Bay R. Maruste ve Bayan S. Botoucharova (İçtüzük 24. Madde, 3. Fkra ve 100. Madde, 4. Fıkra).

19 Kasım 1998 tarihinde Bay Wildhaber İçtüzüğün 28. Madde, 4. Fıkrası uyarınca, Ogür - Türkiye davasında alınan Heyet kararına ilişkin olarak, davadan çekilmesinden sonra Bay Türmen'i oturumdan muaf tutmuştur. 16 Aralık 1998 tarihinde Hükümet Bay F. Gölcüklü'nün ad hoc hakim olarak atandığını tebliğ etmiştir (İçtüzük 29. Madde, 1. fıkra).

Bunun sonucunda, davanın ileriki aşamalarında yer alamayacak olan Bayan Botoucharova'nın yerine Bay K. Traja getirilmiştir (İçtüzük 24. Madde, 5 (b) fıkrası).

6. Mahkemenin daveti üzerine (İçtüzük 99. Madde, 1. fıkra) Komisyon, üyelerinden biri olan Bay H. Danelius'u Heyet huzurunda takibatlara katılmak üzere atamıştır.

7. Başkanın kararı uyarınca duruşma halka açık olarak 1 Mart 1999 tarihinde Sürek - Türkiye ve Ceylan - Türkiye davaları ile eş zamanlı olarak Strazburg'daki İnsan Hakları Mahkemesinde gerçekleştirilmiştir.

Mahkeme huzurunda hazır bulunanlar:

(a)

Hükümet adına

Bay D. TEZCAN

Bay ÖZMEN

Bay B. ÇALIŞKAN

Bayan A. GÜNYAKTI

Bay F.POLAT

Bayan A.EMÜLER

Bayan I.BATMAZ KEREMOĞLU

Bay B.YILDIZ

Bay Y.ÖZBEK

Ortak Ajanlar,

Danışmanlar

(b)

Komisyon adına

Bay H.DANELIUS

Delege

(c)

Başvuran adına

İstanbul Barosu'ndan Bay H.KAPLAN

Avukat

Mahkeme, Bay Danelius'un, Bay Kaplan'ın, Bay Tezcan'ın ve Bay Özmen'in beyanlarını dinlemiştir.

DAVA ESASLARI

I. Dava İle İlgili Olaylar

8. Başvuran, Yunus Nadi Ödülü kazanan "Yas Tutan Tarih, 33 Kurşun" adlı kitabın yazarıdır.

Kitap Aralık 1989 tarihinde, ikinci baskısı ise Temmuz 1991 tarihinde yayınlanmıştır. Kitapta tanınmış bir Kürt taraftarı politikacı ve ana teması Türkiye'deki Kürt sorunu olan ve 1992 yılında katledilen bir yazar olan Musa Anter'e ithaf edilen bir önsöz bulunmaktadır.

A. İlk Baskıya İlişkin Takibatlar

9. 29 Ekim 1989 tarihinde Bay Aslan ile ilgili olarak yürütülen ceza tahkikatı sürecinde, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi ("Devlet Güvenlik Mahkemesi") Cumhuriyet Savcısı anılan mahkemenin yukarıda belirtilen kitabın toplatılmasına ilişkin bir ihtiyati tedbir kararı alması talebinde bulunmuştur.

Anılan tarihte verilen emir üzerine, hakim bu uygulamaya müsaade etmiştir.

10. 22 Ocak 1990 tarihinde Cumhuriyet Savcısı başvuranın bölücü propaganda yapmakla suçlamıştır. Kitabında Bay Arslan'ın Türkiye Cumhuriyeti'nde çeşitli ulusların bulunduğunu iddia ettiğini, Türk ulusunu barbar olarak tanımladığını, soykırım değilse de, Kürtlerin sürekli bir baskının kurbanı olduklarını ileri sürdüğünü ve Güney - Doğu Türkiye'deki asilerin eylemlerini övdüğünü belirterek, Türk Ceza Kanunu'nun 146. Maddesinin 3 ve 6. fıkralarının uygulanmasını ve kitabın toplatılmasını talep etmiştir. İddianamede kitaptan yapılan aşağıdaki alıntılar bulunmaktadır:

"Orta Doğu'daki Türklerin konumu çok ilginçtir... Göçebe dalgası olarak gelerek, kendilerinden bin kez fazla medeni olan ulusların topraklarını işgal etmişler ve kendilerine ait baskın bir kültürleri olmadan zorba, şiddet içeren ve gayri insani hareketlerle örneğin Araplar, Farslar ve Kürtler gibi bu halkları kontrol etmeye kalkışmışlardır. Böyle bir organizasyonun, şiddete dayalı bu barbar mekanizmanın, bu Devlet düzeninin demokratik kararları uygulaması beklenebilir mi? Bu boş bir umut olurdu. Bugün bile, Türkiye'de hüküm süren bu zihniyettir. Örneğin, birisi Kürdistan'ın Kürtlere, Ermenistan'ın Ermenistan'a, "Lazistan"ın "Lazlara" ve Rum devletinin "Rumlara" ait olduğunu söylerse, Türklere ne kalacak?... Balkanlarda ve Orta Doğu'da (Türklerin) zulmetmedikleri tek bir kişi yoktur. Bu yüzden bugün Türkler Bulgarların, Yunanların... ve içerde Kürtlerin kendilerini düşman olarak gördüklerini fark etmiştir. Sonuçta, "Türk'ün Türkten başka dostu yoktur" deyişinde olduğu gibi bu durum aksiyom bir hale gelmiştir. Bulgarlar, Yunanlar ve Araplar gibi bazı gruplar bu barbar yönetime karşı kendi özgürlüklerini kazanmışlardır. Sadece Kürtler kalmıştır. Hem Türkler hem de Kürtler bu konuda ne yapacaklarını bilmemektedir. Türkistan'lı bir Türk Kürdistan'da yaşayan bir Türkü ret etmektedir. Bir Kürt oğluna ne babasının ismini verir ne de kendi adını seçer... (önsöz, sayfa 7-10).

....Silopi'deki Kürt köylülerin isyanı daha büyük ölçekte tepkilere neden olmuştur; Kürtler kendi arkadaşları olan Kürtlerin katledilmesine karşı öfkeyle patlamıştır. Asurlu despotizme karşı verdikleri mücadelede, bir zamanlar Orta Doğu'daki halkların egemenliğinde olan Kürt halkı direnerek, Türk şovenizminin şiddetinin büyük kalesini parçalayacakları günün mutlu haberini veriyorlardı... ["Silopi'nin ebediliği" başlıklı bölüm, sayfa 58-59]

11. Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde başvuran bu suçlamaları reddetmiştir. Özellikle Bay Anter tarafından yazılan önsözden dolayı sorumlu tutulamayacağını iddia etmiştir. Tanık olarak dinlenen Bay Anter'in kitap için hiçbir zaman önsöz yazmayı amaçlamadığını, ancak sadece yıllarca önce yazdığı bir makalenin bulunduğu süreli yayını isteği üzerine başvurana verdiğini beyan etmesinden dolayı bu iddia hakimler tarafından kabul edilmemiştir.

Başvuran aynı zamanda kitabı yazmadaki amacının hiçbir zaman bölücü uçlara yönelik çalışmak olmadığını, ancak kendi memleketi olan Van'da meydana gelen ve kendi aile üyeleri dahil olmak üzere, 33 köylünün hayatına mal olan olaylara ilişkin görüşlerini bildirmek olduğunu belirtmiştir.

12. 29 Mart 1991 tarihinde Devlet Güvenlik Mahkemesi başvuranı altı yıl, üç aylık bir hapis cezasına mahkum etmiş ve kitabın toplatılması emrini vermiştir.

Mahkeme kararında, Devlet politikasını eleştirmek için Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen belirli olayları kitabında yazarın taraflı olarak ele aldığı ve Kürtlerin bazen onları vuran jandarmanın baskısı altında ezildiğini ve Kürtlerin temel haklarının ihlal edildiğini ileri sürdüğünü belirtilmiştir. Karar özellikle aşağıdaki satırları dikkate almıştır:

"Kitapta, ülkenin bir bölümünden Kürt bölgesi ya da illeri olarak bahsedilmiştir ve buraların Kürtlere ait olması gerektiği, Kürtlerin Kürdistan denilen kendi ülkelerini kurdukları belirtilmiştir; ayrıca, Türkistan'dan gelen Türklerin Kürtleri Kürdistan dışına sürdükleri ve bu bölgenin genel bir savaşa girdiği ve karşı koyma durumunda olduğu belirtilmiştir."

Devlet Güvenlik Mahkemesi yorumsuz olarak ilişkilendirilmesi gereken söz konusu olayların ve bunlara sebep teşkil eden hususların topluma sunulmasının son derece büyük olan önemini vurgulamış, ancak araştırma bulguları olarak sunulmasına rağmen, kitabın içeriğinin bu tür bir amacın ötesine gittiğini belirtmiştir.

Hazırlık soruşturmalarını kabul eden Devlet Güvenlik Mahkemesi Kitapta ve özellikle önsözünde ayırt edilen temanın ırkçı düşüncelere dayalı bölücü propaganda içerdiğini ve vatanseverlik duygusunu zayıflatmayı amaçladığını ve bu durumun da Bay Arslan'ın mahkumiyetini haklı çıkarttığını kabul etmiştir.

13. 12 Nisan 1991 tarihinde Terörle Mücadele Kanunu yürürlüğe girmiştir (3713 Sayılı Kanun). Başvuranın mahkumiyetine dayanak teşkil eden Ceza Kanunun 142. Maddesini yürürlükten kaldırmıştır. Sonuç olarak, 3 Mayıs 1991 tarihli karar ile DGM, Bay Arslan'ın mahkumiyeti geçersiz ve hükümsüz kılınmış olduğunu beyan etmiş ve kitabın toplatılan nüshalarının iadesi emrini vermiştir.

B. İkinci Baskıya İlişkin Takibatlar

14. Bay Arslan'ın kitabı 21 Temmuz 1991 tarihinde yeniden yayınlanmıştır.

30 Temmuz tarihinde, Cumhuriyet Savcısı kitabın yeniden yayınlanmasının "Devletin bölünmez bütünlüğü" aleyhinde tüm propagandaları yasaklayan 3713 sayılı Kanunun 8. bölümünü ihlal ettiği gerekçesine dayanarak, Devlet Güvenlik Mahkemesinden kitabın toplatılmasını talep etmiştir (aşağıdaki paragraf 23'e bakınız).

15. 31 Temmuz tarihli karar ile mahkeme hakimi, suç teşkil eden unsurların tespit edilmediği gerekçesine dayanarak bu başvuruyu reddetmiştir.

Aynı gün Cumhuriyet Savcısı Ceza Kanunun eski 142. Maddesi, 3. fıkrasında belirtilen suçu teşkil eden eylemlerin 3713 sayılı kanunun 8(1) bölümü uyarınca suç teşkil eden eylemlerden hiçbir şekilde farklı olmadığını ileri sürerek başvurusunu yinelemiştir. Bölücü propaganda içerdiği gerekçesine dayanarak, 29 Aralık 1989 tarihinde toplatılması emri verildiği zaman kitabın Devletin bölünmez bütünlüğüne karşı propaganda oluşturduğunun tespit edilmemesinin mantık dışı olduğunu ileri sürmüştür (yukarıdaki paragraf 9'a bakınız). 5 Ağustos 1991 tarihinde hakim başvuruyu reddetmiştir.

16. 23 Ağustos tarihinde, Cumhuriyet Savcısının talebi üzerine Adalet Bakanlığı 5 Ağustos 1991 tarihli karar aleyhine olan kanunun açıklığa kavuşturulması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına başvuruda bulunma kararı vermiştir (yukarıdaki paragraf 15'e bakınız).

Yargıtay, bir davaya ilişkin ihtiyati tedbirin uygunluğunun değerlendirilmesinin ve bir yayının içeriğinin kanunlara aykırı olup olmadığının ancak esasa ilişkin bir karar ile tespit edilebileceği gerekçesine dayanarak, 13 Eylül 1991 tarihli kararıyla temyiz başvurusunu reddetmiştir.

17. 12 Eylül 1991 tarihli iddianamede, Cumhuriyet Savcısı, Bay Arslan ve yayıncısını 3713 sayılı kanunun 8. bölümün (1 ve 2) kapsamı dahilinde "Devletin bölünmez bütünlüğü" aleyhine propaganda yapmak ile suçlamıştır (aşağıdaki paragraf 23'e bakınız).

22 Ocak 1990 tarihli iddiasında bulunan alıntıları yeniden sunmuş ve aşağıdaki de dahil olmak üzere, kitaptaki diğer bölümlere de değinmiştir:

" .. Son zamanlara dek altüst edilen, karışıklık içinde bulunan ve farklı yönlere bölünmüş olan Kürt halkı kendilerine yüklenen bu kaderi ret ederek bu gidişe bir dur demişler ve artık kendi kaderlerini oluşturmak için dev adımlarla yürümeye başlamışlardır. Yüzyıllardır bu insanları zincirleyenler ve emeklerini sömürenler, bu tür bir adaletsizlik ve onur kırıcı duruma karşı (Kürtlerin) kalplerinde direniş tohumlarının filizlendiğini gördüklerinde paniklemişlerdir. Özel savaşın ana özelliklerinden biri olarak ve sürgün, tehdit, tutuklama, işkence ve baskı politikalarına karşı Kürt halkının büyük çoğunluğunun direnişine katliamlar ile cevap veren yöneticilere hizmet etmek için, özel güçler PKK militanlarının elinde bozguna uğrama hislerini ifade etmek için köylüleri katletmekten daha iyi bir yol bulamamışlardır. Silopi'deki köylülerin katliamı, nüfusun çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bu bölgelerde meydana gelen gelişmelerdeki yeni dönemin gelişini ilan etmişti. Güvenlik Kuvvetleri ile PKK gerillaları arasında bu bölgede süregelen özel savaş sona yaklaşıyordu... Aylardır çok sayıda bölüğü silah altına alıp Botan bölgesine- özellikle Cudi dağlarına- gönderen Devlet (PKK'nın) silahlı baskınlarını önleyememişti ve ölçeği basın tarafından son derece abartılan (PKK'ya karşı) son operasyonlarının hiçbir sonuç vermediğini anlamasıyla birlikte, Devlet tarihi Ağrı isyanının bastırılması örneğini takip etmeye ve nihai çözümü - soykırımı uygulamaya karar verdi. O tarihten itibaren, bu çözüme ulaşmak için her türlü çaba gösterilecektir. Silopi ile başladılar; ölüm birlikleri başlattıkları insan avında ilerleme kaydetmek için her yolu denemişlerdir. Karşı isyan tarafları gibi, çeteler ve köy korucuları hükümetten para alan ve Kürt kanı içmeleri emredilen klan liderlerini Kürt bölgelerine salmışlardır...."

18. Devlet Güvenlik Mahkemesi huzurunda başvuran, kitabının gerçek olaylara ve bir gazeteci olarak kendi gözlemlerine dayandığını özellikle ileri sürerek, kendisine karşı yapılan suçlamaları bir kez daha reddetmiştir. Mesleki faaliyeti bağlamında belirli olayları ilişkilendirmekten ötesini gerçekleştirmediğini belirtmiştir.

19. 28 Ocak 1993 tarihinde, Devlet Güvenlik Mahkemesi başvuranın "Devletin bölünmesi bütünlüğü" aleyhine propaganda yapmaktan suçlu bulmuştur ve 3713 sayılı kanunun 8(1) Bölüm uyarınca başvuran altı aylık hapis cezası ve 41,466,666 Türk lirası para cezasına çarptırılmıştır.

Kararında Devlet Güvenlik Mahkemesi, başvuranın bir önceki mahkumiyetinin 3 Mayıs 1991 tarihinde geçersiz ve hükümsüz kılınması hususunun (yukarıdaki paragraf 13'e bakınız) ceza kanunun farklı bir hükmüne dayanılarak yeni bir suçlama nedeniyle kendisi aleyhinde dava açılmasına herhangi bir engel teşkil etmediğini başından bu yana belirtmektedir. Dava esasına ilişkin olarak mahkeme, kitabın belirli bölümlerine başvurmuş ve - 29 Mart 1991 tarihli karar mantığına paralel olarak - başvuranın Kürt kökenli vatandaşları Devlete karşı isyana teşvik etmeyi amaçladığını kabul etmiştir.

20. 9 Mart 1993 tarihinde başvuran Devlet Güvenlik Mahkemesinin bu kararına itiraz etmiştir. Bay Anter'in aslında önsözün yazarı olduğunu ispatlamak amacıyla, başvuran tanığın dinlenmesini talep etmiştir. Başvuran, kitabın ilk kısmının tarihi bir olaydan uyarlandığını, ikinci kısmının ise önceden yayınlanmış makalelerin toplaması olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca, Kürt nüfusuna yönelik baskıyı eleştirmesinden dolayı mahkumiyetinin ifade özgürlüğüne yönelik ciddi bir tehdit teşkil ettiğini belirtmiştir.

17 Mart 1993 tarihinde Devlet Güvenlik Mahkemesi yasal süresi içinde başvurunun yapılmadığı gerekçesine dayanarak itirazı reddetmiştir. Daha sonra başvuran Yargıtay'a temyiz başvurusunda bulunmuştur. Yukarıda belirtilen iddiaları yineleyerek, başvuran düşüncelerini ifade etmesinden dolayı bir insanın mahkum edilmesinin modern bir toplumda kabul edilemez olduğunu ve bir kitabın önsözünün dahi tehlike teşkil ettiği düşünülüyor ise, bir ülkenin "bütünlük" ya da "bölünmezlik"e sahip olduğunun söylenemeyeceğini iddia etmiştir.

21. Yargıtay İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından gerçekleştirilen delil tespitinin, başvuranın temyiz başvurusu gerekçesinin reddini doğruladığını kabul ederek, 16 Eylül 1993 tarihli kararıyla Bay Arslan'ın aleyhine karar vermiştir.

II. İlgili İç Hukuk Ve Uygulamaları

A. Ceza Kanunu

1. Ceza Kanunun Eski 142. Maddesi

22. 3713 sayılı Kanun ile yürürlükten kaldırılan Ceza Kanunun eski 142. Maddesinin 3 ve 6. paragrafları (aşağıdaki paragraf 23'e bakınız) şu şekildedir:

"3. Anayasanın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazasiyle kısmen veya tamamen kaldırmayı hedef tutan veya milli duyguları yok etmek veya zayıflatmak için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

6. Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiiller neşir vasıtası ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde artırılır."

2. Terörle Mücadele Kanunu (3713 sayılı kanun):

23. 3713 sayılı kanun 12 Nisan 1991 tarihinde yayınlanmıştır. 27 Ekim 1995 tarih ve 4126 sayılı Kanun tarafından daha sonra yürürlükten kaldırılan) 8. bölüm aşağıdaki şekildedir.

Eski 8. Bölüm (1)

"Türkiye Cumhuriyetinin Ülke bütünlüğü ve ulusun bölünmez birliğini zedelemeye matuf yazılı ve sözlü propaganda, toplantı ve gösteriler, kullanılan yöntem ve amacına bakılmaksızın yasaklanmıştır. Anılan türden fiillere katılan şahısların 2 yıldan az olmamak üzere 5 yıla kadar ağır hapis cezasına ve 50 Milyon ila 100 Milyon TL tutarında ağır para cezasına çarptırılmasına hükmolunur."

B. Hükümet Tarafından Sunulan Emsal Ceza Davası

24. Hükümet, Ankara Devlet Güvenlik mahkemesine bağlı Cumhuriyet Savcısı tarafından özellikle dini gerekçelerle halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmekten (Ceza Kanunun 142312. maddesi) ya da Devletin bölünmez bütünlüğü aleyhine propaganda yapmaktan sanık (3713 no'lu Kanunun 8. Bölümü- yukarıdaki 23. paragrafa bakınız) şahsın aleyhine suçlamaların geri çekilmesine ilişkin kararlarının bazı suretlerini temin etmiştir. Suçların neşir yoluyla işlendiği davaların çoğunluğunda, Cumhuriyet Savcısının kararına yönelik sebeplerin takibatların zaman aşımına uğraması, suç teşkil eden unsurlardan bazılarının tespit edilememesi ya da yetersiz delil olması gibi hususları içermektedir. Diğer gerekçeler, yayınlanan neşriyatların dağıtılmaması, yasadışı bir amacın olmadığı ya da suç işlenmediği ya da sorumlu şahısların tespit edilememesi gibi hususları içermiştir.

Ayrıca Hükümet, yukarıda belirtilen suçlardan sanık davalıların suçlu bulunmadığı emsal davalarında Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen birkaç kararı sunmuştur. Bu kararlar şunlardır: 1991/23, 75, 132, 177 ve 100; 1992/33, 62, 73, 89 ve 143; 1993/29, 30, 38, 39, 82, 94 ve 114; 1994/3, 6, 12, 14, 68, 108, 131, 141, 155, 171 ve 172; 1995/1, 25, 29, 37, 48, 64, 67, 84, 88, 92, 96, 101, 120, 124, 134 ve 135; 1996/2, 8, 18, 21, 34, 38, 42, 43, 49, 54, 73, 86, 91, 103, 119 ve 353; 1997/11, 19, 32, 33, 82, 89, 113, 118, 130, 140, 148, 152, 153, 154, 187, 191, 200 ve 606; 1998/6, 8, 50, 51, 56, 85 ve 162.

Kürt sorunu ile ilgili eserlerin yazarları aleyhine olan takibatlar açısından, bu davalarda Devlet Güvenlik Mahkemeleri suç teşkil eden unsurlardan biri olan "propaganda"nın yapılmadığı gerekçesine dayanarak ya da kullanılan kelimelerin bilimsel, tarihi ve/veya tarafsız özelliklerini dikkate alarak bu kararları vermişlerdir.

KOMİSYON HUZURUNDA YAPILAN TAKİBAT

25. Bay Arslan 7 Ocak 1994 tarihinde Komisyon'a başvuruda bulunmuştur. Aynı suçtan iki kez yargılanarak 6. Maddenin 1. fıkrası ile teminat altına alınan şekilde adil yargılanma hakkının ihlal edildiği şikayetinde bulunmuştur. Sözleşme'nin 6, 9 ve 10. maddelerine dayanarak, başvuran ayrıca mahkumiyetinin düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü hakkını ihlal ettiği ve İstanbul Devlet Güvenlik Mahkeme'sinin kitabının sadece bir bölümü ve kendisi tarafından yazılmamış olan önsözüne dayanarak kendisini mahkum ettiği şikayetinde bulunmuştur. Son olarak, Madde 10 ile birlikte ele alınan Madde 14'e aykırı olarak, siyasi görüş gerekçesiyle ayrımcılık mağduru olduğunu ileri sürmüştür.

26. 14 Ekim 1996 tarihinde Komisyon iki kez yargılanmama ilkesinin Türkiye tarafından onaylanmamış olan 7. no'lu Protokol'ün 4. Maddesinde yer aldığı gerekçesine dayanarak, anılan ilkenin ihlaline yönelik şikayeti hariç tutmak suretiyle başvuruyu kabul etmiştir. 11 Aralık 1997 tarihli raporunda (Madde 31), düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü hakkının ihlaline yönelik şikayeti sadece 10. Madde açısından incelemiştir ve otuza karşı iki oyla bu hükmün ihlal edildiğine yönelik görüş bildirmiştir. Madde 10 ile birlikte ele alınan Madde 14 altında herhangi ayrı bir hususun vuku bulmadığına dair görüş bildirmiştir (otuza karşı iki oy). Komisyon görüşünün ve raporda bulunan karşı görüşün tam metni bu kararın ekinde sunulmuştur.

MAHKEMEYE YAPILAN NİHAİ SUNUMLAR

27. Başvuran dilekçesinde, ilk olarak aynı eylemden iki kez mahkum edilmesi ve de ikinci olarak kendisini yargılayan İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin "bağımsız ve tarafsız bir mahkeme" olmaması ile 6. Madde'nin 1. fıkrasının iki kez ihlal edilmesinin mağduru olduğunu ileri sürmüştür. Aynı zamanda başvuran 9 ve 10. maddeler ile 10. madde ile birlikte ele alınan 14. maddenin ihlalinden şikayetçi olmuş ve Mahkemeden Sözleşme'nin 41. maddesi altında belirtilen meblağların kendisine ödenmesini talep etmiştir.

28. Hükümet Mahkemeden aşağıda belirtilenlerin kabulü isteminde bulunmuştur:

"1. mevcut davada Terörle Mücadele Kanunun uygulanmasının başvuranın ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine ilişkin iddianın Türk mahkemelerine sunulmamış olmasından dolayı yerel başvuru mercileri tüketilmediğinden, mevcut uygulamanın ilk olarak kabul edilmemesi;

2. BAşvuranın şiddete teşvik ve Türkiye'ye karşı suç işleme mahkumiyetinin demokratik toplum için gerekli olduğunun, amaçlanan meşru hedef ile orantılı olduğu ve uygun şekilde Sözleşme'nin 10. Maddesini ihlal etmediği;

3. İfade özgürlüğü ihlali olmadığından Madde (41)in uygulanmasının uygun olmadığı."

İddialarını destelemek için, Güneydoğu Türkiye'de meydana gelen çeşitli olaylar ile ilgili raporlar ve Türkiye içindeki bu olayların sosyal ve siyasi etkilerine ilişkin bilgilerin bulunduğu ve 1991 yılında yayınlanan günlük gazetelerden alıntılar sunmuşlardır.

HUKUK AÇISINDAN

I. Dava Kapsamı

29. Mahkemede görülmekte olan davanın kapsamı, komisyonun kabul edilebilirlik kararı ile belirlenmektedir (örneğin, 28 Ekim 1998 tarihli Çıraklar- Türkiye davası, Kararlar ve Hükümleri Raporları 1998-.., sayfa.., 28. fıkra ve 21 Ocak 1999 tarihli Janowski- Polonya davası, Raporlar 1999-.., sayfa.., 19. fıkra'ya bakınız). Mevcut davada şikayetlerin birincisinin Komisyon tarafından kabul edilmediği ve ikincisinin Komisyona sunulmaması sebebiyle Mahkemenin 6 Madde, 1. Fıkraya ilişkin şikayetleri ele alamayacağı belirtilmiştir (yukarıdaki paragraf 27'e bakınız). Bu nedenle mahkeme incelemesi ayrı ayrı ele alınan Madde 9 ve 10 ile Madde 10 ile birlikte ele alınan Madde 14 altındaki şikayetler ile sınırlandırılacaktır.

II. Sözleşme'nin 9. ve 10. Maddelerinin İhlali İddiası

30. Bay Arslan başvurusunda Terörle Mücadele Kanunun (3713 sayılı kanun) 8. bölümü uyarınca mahkumiyetinin Sözleşme'nin 9 ve 10. Maddelerinin ihlal ettiğini bildirmiştir. Ancak, Mahkeme huzurunda yapılan duruşmada, bu şikayetin

"1. Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırlan söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo,televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.

2. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak,ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, asayişsizliğin veya suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının ün ve haklarının korunması, gizli kalması gereken haberlerin yayılmasına engel olunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için kanunla öngörülen bazı formalitelere şartlara, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir."

şeklindeki Madde 10 açısından ele alınmasına yönelik Hükümet ve Komisyon önerisine itizarda bulunmamıştır (diğer yetkililerin yanı sıra, 9 Haziran 1998 tarihli Incal- Türkiye davası kararı, Raporlar 1998-.., sayfa..., 60. fıkra).

A. Hükümetin Ön İtirazları

31. Komisyon nezdinde ileri sürülen şekilde Hükümet, başvuranın kendi ifade özgürlüğü hakkının ihlaline ilişkin bir şikayette bulunmadığı ve bu yüzden Sözleşme'nin 35. Maddesi, 1. fıkrası uyarınca iç hukuk yollarının tüketilmediği yönünde görüş belirtmiştir.

32. Bay Arslan başvurusunun kabul edilebilirliğe dair Sözleşme gereklerine uygun olduğunu ileri sürmüştür.

33. Mahkeme, Sözleşmenin 35. Maddesinin 1. fıkrasının amacının ilgili itirazlar Mahkemeye sunulmadan önce kendileri karşı yapıldığı ileri sürülen ihlalleri engelleme ya da düzenleme olduğunu yinelemiştir. Bu hüküm "belli derecede esneklik ile ve aşırı resmiyet olmadan" uygulanmalıdır; başvuranın müteakiben Strazburg'da yapma niyetinde olduğu şikayetleri ulusal yetkililer nezdinde "asgari olarak özü itibariyle ve iç hukukta öngörülen resmi gerekler ve zaman sürelerine uygun olarak" yapması yeterli olacaktır (diğer yetkililerin yanı sıra Fressoz ve Roire - Fransa davası 21 Ocak 1999 tarihli kararı, Raporlar, 1999-..., sayfa..., 37. fıkra'ya bakınız).

Mevcut davada Mahkeme Bay Arslan'ın Yargıtay huzurunda diğer sunumlarının yanı sıra mahkumiyetinin ciddi derecede ifade özgürlüğünü tehdit ettiğini ileri sürdüğünü belirtmiştir (yukarıdaki paragraf 20'ye bakınız). Komisyon gibi, Mahkeme mevcut duruma dayanarak, başvuranın asgari olarak özü itibariyle Madde 10 altında yaptığı şikayeti Türk yüce mahkemesine sunduğu görüşüne varmıştır.

B. Şikayete İlişkin Esaslar

34. Mahkeme huzurunda bulunanlar, "Yas tutan tarih, 33 kurşun" adlı kitabın ikinci baskısını takiben başvuranın mahkumiyetinin ifade özgürlüğü hakkının kullanılmasına müdahale teşkil ettiği konusunda mutabakata varmışlardır. Bu tür bir müdahale Madde 10'un ikinci Fıkrasının gereklerini yerine getirmediği sürece Madde 10'u ihlal etmektedir. Bu sebepten dolayı Mahkeme "kanun tarafından öngörülen şekilde" anılan paragrafta belirtilen bir ya da daha fazla meşru amaca yönelik olup olmadığını ve ilgili amaçların gerçekleştirilmesi için "demokratik bir toplumda gerekli" olup olmadığını tespit etmesi gerekmektedir.

1. "Kanunlar tarafından öngörülme"

35. Ne başvuran, ne de Hükümet 3713 sayılı kanunun 8. bölümünün Sözleşme kapsamında "kanun" olarak ele alınıp alınmayacağı hususuna ilişkin görüş beyanında bulunmamışlardır.

36. Mahkeme huzurunda yapılan duruşmada, Komisyon Delegesi bu hükmün metninin belirsiz olduğu ve "kanun" terimin doğasında bulunan açıklık ve öngörülebilirlik gereklerinin yerine getirilip getirilmediği konusunun sorgulanabileceği konusunda görüş bildirmiştir. Ancak, Komisyon'un 8. bölümün başvuranın mahkumiyeti açısından yeterli meşru tabanı temin ettiği görüşünü ele aldığını belirterek delege müdahalenin "kanun tarafından öngörüldüğü" yönünde görüş bildirmiştir.

37. Mahkeme Delege'nin 3713 no'lu kanunun 8. bölümünün metninin belirsizliğine ilişkin görüşünü dikkate almaktadır. Ancak, Komisyon gibi Mahkeme de başvuranın mahkumiyetinin Terörle Mücadele Kanunun 8. bölümüne dayalı olmasından dolayı (3713 sayılı kanun) sonuç olarak ifade özgürlüğü hakkına müdahalenin özellikle başvuran bu hususun doğruluğunu kabul etmediğinden "kanun tarafından öngörülen" olarak kabul edilebileceğini belirtmiştir (yukarıdaki paragraf 35'e bakınız).

2. Meşru amaç

38. Başvuran bu konuda görüş beyanında bulunmamıştır.

39. Hükümet söz konusu müdahalenin amacının sadece Komisyon'nun belirttiği gibi "devlet güvenliğini" korumak ve "kamu düzenini" sağlamak değil, aynı zamanda "devlet bütünlüğünü" ve ulusal birliği korumak olduğu yönünde görüş bildirmiştir.

40. Mahkeme, Güneydoğu Türkiye'deki güvenlik durumunun hassasiyetini (Bakınız 25 Kasım 1997 tarihli Zana - Türkiye kararı, 1997-VII Raporları, s. 2539, 10. Madde) ve yetkililerin gereksiz şiddeti destekleyecek hareketlere karşı tetikte olma gereğini de dikkate alarak, başvuran aleyhinde alınan önlemlerin, başta ulusal güvenliğin ve ülke bütünlüğünün korunması ve asayişsizlik ve suçun önlenmesi olmak üzere Hükümet tarafından belirlenen belli amaçların uzantısı olduğu kanaatine varmıştır. Bu durum özellikle bölücü faaliyetlerin şiddet kullanımına dayalı yöntemlere bağlı olduğu, dava konusu olayların cereyan ettiği tarihlerdeki Güneydoğu Türkiye'deki durum için geçerlidir.

3. "Bir Demokratik Toplum için Zaruriyet"

(a) Mahkeme huzurunda bulunanların iddiaları

(i) Başvuran

41. Başvuran kitabının Güneydoğuyu Türkiye'den ayıran çatışma başlamadan ve PKK kurulmadan önce meydana gelen olayları ilişkilendirdiğini belirtmiştir. Kitabının yayınlanması ile belirtilen çatışma ya da örgüt arasında herhangi bir bağlantının yapılamayacağını vurgulamıştır. Yazıları Cumhuriyet aleyhine "şiddetli bölücülük" ya da ayrımcılık propagandası yapmamıştır ve nefret içeren ya da hükümete karşı halkı isyana teşvik eden herhangi bir fikir içermemektedir. Her durumda, kitap yazmak bir terör eylemi ile eşdeğer tutulamaz.

(ii) Hükümet

42. Hükümet İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinin belirttiği şekilde başvuranın kitabında Türk Devletini saldırgan ülke olarak tanımladığını, Kürt asıllı okuyucuları silahlanmaya teşvik ettiğini ve hedefi Türkiye'nin ülke bütünlüğüne zarar vermeyi amaçlayan bir terör örgütünü alenen savunduğunu belirtmiştir. Bu iddiayı desteklemek için, - Başvuranın aksine Musa Anter tarafından yazıldığı hükümet tarafından iddia edilen - önsözden ve kitap metninden alıntıları mahkemeye sunmuştur. Türk Devletinin burada terörist olarak tanımlandığını ve Nazi Almanyası ile karşılaştırıldığını ve Silopi'de PKK tarafından düzenlenen protestonun tüm Kürt nüfusunun isyanı olarak sunulduğunu özellikle vurgulamışlardır.

Madde 10 toprak bütünlüğünün terörizm tehdidi altında bulunduğu durumlarda Sözleşme Devletlerine geniş bir takdir marjını sağlamaktadır. Ayrıca, -PKK'nın sistematik olarak kadınları, çocukları, okul öğretmenlerini ve askerleri katlettiği- Türkiye'deki durumla karşı karşıya kalındığı zaman Türk yetkilileri toplumun çeşitli kesimleri arasında şiddet ve düşmanlığı teşvik edebilecek ve insan hakları ve demokrasiyi tehlikeye atabilecek tüm ayırımcı propagandaları yasaklama görevine sahiptir.

Son olarak, Körfez Savaşı ile Irak sınırında meydana gelen asayişsizlikten yararlanarak PKK'nın Güney- Doğu Türkiye'deki operasyonlarını arttırdığı zamanda bu kitap yayınlandığından, Hükümet Madde 10 tarafından korunan hakların uygulanmasına eşlik eden "görev ve sorumlulukları" vurgulamış ve sonuç olarak da başvuranın mahkumiyetinin hiçbir şekilde hedeflenen amaçlar açısından orantısız olmadığı yönünde görüş bildirmiştir.

(iii) Komisyon

43. Komisyon da benzer şekilde hassas siyasi konularda alenen fikir bildiren insanlar tarafından "yasadışı siyasi şiddetin" mazur gösterilmemesini önemli kılan 10. maddenin "görev ve sorumlulukları"na katılmaktadır. İfade özgürlüğü örneğin durumun altında yatan sebepleri inceleme ya da olası çözümlere ilişkin fikir bildirme açısından Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı zor sorunlara benzer sorunların aleni tartışmalarına katılma hakkını içermektedir.

Komisyon başvuranın kitabında Devlet'in Kürt kökenli nüfusa karşı baskı uyguladığını ve soykırım, sürgün ve organize katliamlar yoluyla kimliğini yok etmeye çalıştığını ve sonuç olarak da Kürtler açısından buna karşı koymanın zorunlu olduğunu ileri sürdüğünü belirtmiştir. Bununla birlikte, eleştirilen metinlerin hiçbirinde Komisyon şiddete karşı herhangi bir teşvik tespit edememiş ve kitabın özellikle Güney- Doğu Türkiye'deki mevcut durumun tarihi geçmişinin tanımlanmasını içerdiği yönünde görüş bildirmiştir. Bu sebeple başvuranın mahkumiyeti Madde 10 gereklerine uymayan bir sansür şekli teşkil etmiştir.

(b) Mahkeme'nin değerlendirmesi

44. Mahkeme, örneğin Zana - Türkiye kararı (yukarıda belirtilmiştir, ss. 2547-48, 51. madde) ve 21 Ocak 1999 tarihli Fressoz ve Roire - Fransa Kararında (1999-1 Raporları, s. 1, 45. Madde) olduğu üzere, kararlarının dayandığı temel ilkeleri vurgulamaktadır.

(i) İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden birini ve toplumun ilerlemesi ve her bireyin öz-güveni için gerekli temel şartlardan birini teşkil etmektedir. 10. Madde'nin 2. paragrafı uyarınca, bu kabul gören veya zararsız veya kayıtsızlık içeren "bilgiler" veya "fikirler" için değil aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerlidir. Bunlar, bir "demokratik toplumun" olmazsa olmaz çokseslilik, tolerans ve hoşgörünün gerekleridir. 10. Maddede belirtilen şekilde bu özgürlük, ancak harfiyen uyulması gereken ve ikna edici bir şekilde tespit edilmesi gereken bazı istisnalara tabidir.

(ii) 10. Madde'nin 2. Fıkrasında belirtilen anlamda "zaruri" sıfatı "acil bir sosyal ihtiyaç" anlamındadır. Akit Devletler anılan ihtiyacın mevcut olup olmadığının değerlendirilmesi konusunda belli bir marja sahiptir, ancak bağımsız bir mahkeme tarafından verilenler de dahil olmak üzere, tabi olduğu yasama ve kararları kapsayacak şekilde Avrupa denetimi ile iç içe olmalıdır. Mahkeme bu sebeple, bir "sınırlamanın" Sözleşme'nin 10. Maddesinin güvencesinde olan ifade özgürlüğü ile bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda nihai kararı verme yetkisini haizdir.

(iii) Denetim salahiyetinin uygulanmasında Mahkeme müdahaleyi, suçlanan ifadeler ve bunların ifade edildiği bağlam da dahil olmak üzere davayı bir bütün olarak ele alarak incelemelidir. İlk olarak müdahalenin "meşru amaçlar ile orantılı" ve ulusal otoriteler tarafından anılan müdahalenin meşru gösterilmesi için belirtilen gerekçelerin "ilgili ve yeterli" olup olmadığı tespit edilmelidir. Bunu yaparken de Mahkeme, ulusal otoritelerin Madde 10 kapsamında bulunan ilkelere uygun standartları uyguladığı ve ilgili bulguların kabul edilebilir bir değerlendirmesine dayalı oldukları konusunda olumlu kanaate varmalıdır.

45. Kitap edebi tarihi bir öykü biçimindedir. Birçok insanın öldüğü dönemde Mardin bölgesindeki Silopi'de Güneydoğu Türkiye'de meydana gelen olayları ilişkilendirmektedir. Cumhuriyet Savcısı ve İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından başvurulan bölümlerde, Türkler diğer halkların topraklarını işgal ederek, Türkiye'yi kuran işgalciler ve zalimler olarak tanımlanmaktadır. Bu halkların arasında sadece Kürt halkının Türk boyunduruğundan çıkıp özgürlüklerini elde edemedikleri iddia edilmektedir. Silopi'deki olaylar ile ilgili olarak, yazar bu olayları PKK aleyhine eylemlerinin başarısızlığının sebep olduğu mağlubiyet duygusu ile teşvik edilen yetkililerin köylüleri katletmesi olarak sunmaktadır. Buna bağlantılı olarak, Devletin Silopi'de "kesin çözüm" olan soykırım uygulamasını başlatmayı amaçladığını iddia etmektedir. Yazar aynı zamanda Silopi'deki Kürt halkının direnişinin "Türk şovenizminin şiddetinin büyük kalesini parçalayacakları günün mutlu haberini" ilan ettiğini ileri sürmektedir (yukarıdaki paragraf 10 ve 17'e bakınız).

Bu durumun tarihi gerçeklerin "tarafsız" tanımına uymadığı ve kitabında başvuranın ülkenin güneydoğusundaki Türk yetkililerin eylemlerini eleştirmeyi ve ilgili nüfusu bu duruma karşı koymaya teşvik etmeyi amaçladığı açıkça görülmektedir. Ayrıca, kullanılan tarzın inkar edilemez şiddeti, bu eleştiriye belli miktarda şiddet eklemektedir.

46. Ayrıca, Mahkeme Sözleşmenin 10. Maddesinin 2. fıkrasında kamu çıkarlarına ilişkin siyasi konuşmalar veya sorunlara ilişkin tartışmaların sınırlanmasına dair çok dar bir kapsam olduğuna işaret etmektedir (bakınız 25 Kasım 1996 tarihli Wingrove - Birleşik Kraliyet davası, 1996 Raporları-V, s. 1957, 58. Madde). Ayrıca, izin verilebilir eleştirilerin sınırları hükümet ile ilgili hususlarda, özel vatandaşlar veya siyasetçiler açısından daha geniştir. Demokratik bir sistemdeki hareketler veya hükümetin ihmalleri sadece yasama ve adli otoritelerin değil, aynı zamanda kamuoyunun da yakın takibinde olmalıdır. Ayrıca, Hükümetin sahip olduğu egemen konum, özellikle haksız saldırılar ve düşmanlarının eleştirilerine cevap verilmesine ilişkin başka araçların bulunduğu durumlarda, cezai işlemlere başvurulması konusunda bir sınırlamanın uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte, kamu düzeninin garantörleri sıfatıyla hareketle, ceza kanunu niteliğinde olanlar da dahil olmak üzere, doğru tepkiyi verecek ve anılan ifadeler aşılmadan önlemlerin benimsenmesi Devlet otoritelerinin yetkisine açıktır (bkz. 9 Haziran 1998 tarihli Incal - Türkiye kararı, 1998-IV Raporları, s. 1567, 54. Madde). Son olarak, anılan sözler bir birey veya bir kamu görevlisi veya bir nüfusun bir kesimine karşı bir şiddeti teşvik ettiği durumlarda Devlet otoriteleri, ifade özgürlüğüne ilişkin müdahale gereğinin incelenmesinde daha geniş bir marja sahiptir.

47. Mahkeme özellikle terörle mücadele ile ilgili olan sorunlar olmak üzere, kendisine sunulan davaların geçmişini dikkate alacaktır ( yukarıda belirtilen Incal kararı, sayfa 1568, 58. fıkra). Bu noktada, Türk yetkililerinin yaklaşık on beş yıldır Türkiye'de devam eden ciddi karışıklığı şiddetlendirebileceğini düşündükleri fikirlerin yayılmasına yönelik endişelerini göz önünde bulundurmaktadır (yukarıdaki paragraf 40'a bakınız). Bununla bağlantılı olarak, kitabın ikinci baskısının Irak'taki baskıdan kaçan çok sayıda Kürt kökenli insanın Türk sınırına akın ettiği bir dönemde Körfez Savaşından kısa bir süre sonra yayınlandığı dikkate alınmalıdır.

48. Ancak Mahkeme, başvuranın birey olduğunu ve görüşlerini "devlet güvenliği", kamu "düzeni" ve "toprak bütünlüğü" üzerindeki potansiyel etkilerini önemli ölçüde sınırlayacak şekilde kitle iletişim yolu yerine edebi bir eser yoluyla açıkladığını göz önünde bulundurmaktadır. Ek olarak Mahkeme, kitaptaki belirli kırıcı bölümlerin Türk asıllı nüfusun son derece olumsuz bir tablosunu çizmesine ve yazara düşmane bir ton vermesine rağmen, şiddet, silahı direniş ya da isyana teşvik teşkil etmediklerini belirtmiştir; Mahkemenin kanaatine göre bu durum dikkate alınması zorunlu olan bir etkendir.

49. Ayrıca Mahkeme başvurana verilen cezanın ağırlığı - özellikle bir yıl altı ay hapis cezasına çarptırılması- ve Cumhuriyet Savcısının başvuranın mahkumiyetini güvence altına alma konusundaki ısrarı karşısında şaşırmıştır. Mahkeme, kitabın ilk yayınlanışında Ceza Kanunun eski 142. Maddesine dayalı olarak, Devlet Güvenlik mahkemesi tarafından başvuranın halihazırda mahkum edildiğini (29 Mart 1991 tarihli karar, yukarıda paragraf 12'ye bakınız) belirtmiştir. Bu hükmün yürürlükten kalkmasından dolayı, bu mahkumiyetin aynı mahkeme tarafından verilen 3 Mayıs 1991 tarihli karar ile geçersiz ve hükümsüz kılınmıştır. Neredeyse kitabın ikinci baskısından hemen sonra (21 Temmuz 1991) bu kez 3713 sayılı kanunun 8. bölümüne dayalı olarak başvuran aleyhine yeni takibatlar başlatılmıştır (yukarıdaki paragraf 14-21'e bakınız).

Mahkeme, bununla bağlantılı olarak, uygulanan cezaların özellik ve ağırlıklarının müdahalenin orantılı olup olmadığının değerlendirilmesi hususunda da dikkate alınması gereken etkenler olduğunu belirtmektedir.

50. Sonuç olarak, Bay Arslan'ın mahkumiyeti hedeflenen amaçlar açısından orantısız olup "demokratik bir toplumda gerekliliği" değildir. Bu sebepten dolayı Sözleşme'nin 10. Maddesi ihlal edilmiştir.

III. Sözleşme'nin 10 Maddesi İle Birlikte Ele Alınan 14. Maddesi İhlali İddiası

51. Başvuran, sadece Kürt kökenli bir kişinin eseri olduğu ve Kürt sorunu ile ilgili olduğu için yazılarından dolayı kendisi aleyhine dava açıldığını ileri sürmüştür. Buna dayalı olarak Madde 10 ile birlikte ele alınan Sözleşme'nin 14. Maddesine aykırı olarak ayrımcılık mağduru olduğunu belirtmiştir. Madde 14 aşağıdaki şekildedir:

"Bu Sözleşme'de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüşler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, servet, doğuş veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayrım gözetilmeksizin sağlanır."

52. Hükümet Bay Arslan'ın mahkumiyetinin sadece ilgili yazılarının bölücü içeriği ve şiddet içeren tonuna dayalı olduğunu belirtmiştir.

53. Komisyon Madde 10 ile birlikte ele alınan 14. Madde altında hiçbir bölücü unsurun olmadığı yönünde görüş bildirmiştir.

54. Ayrı olarak ele alınan 10. Maddenin ihlali olduğu sonucu ile ilgili olarak (yukarıdaki paragraf 50'e bakınız), Mahkeme Madde 14 altındaki şikayeti incelemeyi gerekli görmemektedir.

IV. Sözleşme'nin 41. Maddesinin Uygulanması

55. Başvuranın aşağıdaki şekildeki Sözleşme'nin 41. Maddesi altında adil tazminat talebinde bulunmuştur:

"Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder."

A. Maddi Zarar

56. Başvuran mahkumiyeti neticesinde kazanç kayıplarından kaynaklanan maddi zarar için 400,000 Fransız Frankı (FRF) tutarında tazminat talebinde bulunmuştur. Bununla bağlantılı olarak, çok sayıda basın ajansı ve bir Alman televizyonunda gazeteci olarak çalıştığını ve anılan televizyon tarafından 1991 yılında 32,000 Alman Markı (DEM), 1992 yılında 37,000 DEM ve 1993 yılının ilk altı ayı için 24,000 DEM tutarında ücretin ödendiğini belirtmiştir.

57. Hükümet, Sözleşmenin sözde ihlali ile şikayet edilen maddi zarar arasında herhangi bir ilişkinin bulunmadığını belirtmiştir. Her durumda, Bay Arslan belirttiği gelirlere ilişkin herhangi bir kanıt sunmamıştır.

58. Mahkeme, kendisi tarafından tespit edilen 10. Madde'nin ihlali ile başvuranın tarafından ileri sürülen kazanç kaybı arasındaki ilişki ile ilgili yeterli kanıt olmadığı kanaatindedir. Ayrıca, Maddi zarar açısından başvuranın iddiasının desteklenmesi için herhangi bir belge sunulmamıştır. Bu sebepten dolayı Mahkeme bu talebi reddetmiştir.

B. Manevi Zarar

59. Bay Arslan manevi zarar için 100,000 FRF tutarında tazminat talebinde bulunmuştur.

60. Hükümet ihlalin tespit edilmesinin, kendiliğinden yeterli tazmin teşkil edeceğinin Mahkeme tarafından onaylanmasını istemiştir.

61. Mahkeme, davanın sonuçları nedeniyle başvuranın sıkıntı çekmiş olabileceği kanaatindedir. Adil bazda bir değerlendirme yaparak, Mahkeme başvurana tazminat olarak bu bağlamda 30,000 Fransız Frangı ("FRF) ödenmesine karar vermiştir

C. Masraflar ve Giderler

62. Başvuran çeviriler, fakslar, kırtasiye ve Türk mahkemelerindeki takibatlar esnasında gerçekleştirilen işler için 40,000 FRF ve avukatlık ücreti olarak 65,000 FRF (130 saatlik mesai için saat başına 500 FRF ) olmak üzere, masraf ve giderleri için 105,000 FRF talebinde bulunmuştur. İddialarını desteklemek amacıyla çeşitli evraklar sunmuş ve talep ettiği tutarları hesaplarken enflasyonu dikkate aldığını belirtmiştir.

63. Hükümet bu tutarların abartılı olduğunu belirtmiştir. Özellikle başvuranın tarafından sunulan evrak delillerinin iddialarını tam olarak yansıtmadığını ve talep edilen ücretlerin benzer durumlara Türkiye'de normal olarak uygulanan oranları aştığını belirtmiştir.

64. Mahkeme, başvuranın avukatının benzer durumlara dayalı olarak Sözleşmenin 6 ve 10. Maddeleri atında gerçekleştirilen şikayetlere ilişkin Mahkeme huzurundaki diğer davaların hazırlanmasında yer aldığını belirtmiştir. Adil bazda ve içtihatlarda belirtilen ölçüte uygun olarak (diğer makamların yanı sıra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Nikolova- Bulgaristan Davası, 25 Mart 1999 tarihli kararı, Raporlar, 1999-..., sayfa.., 79. fıkra), Mahkeme toplam olarak 15,000 FRF'lik meblağın başvurana ödenmesine karar vermiştir.

D. Temerrüt Faizi

65. Mahkeme, mevcut kararın uygulanma tarihinde Fransa'da geçerli olan yasal faiz oranının, yani yıllık %3.47'nin uygulanmasını uygun görmüştür.

YUKARIDA BELİRTİLEN GEREKÇELERE DAYANARAK MAHKEME

1. Hükümet'in ön itirazının oybirliği ile reddine,

2. Sözleşme'nin 10. Maddesinin ihlal edildiğinin oy birliği ile kabulüne,

3. Birbirleri ile birlikte ele alınan Sözleşme'nin 10 ve 14. Maddeleri altında meydana gelen herhangi ayrı bir hususun bulunmadığının oy birliği ile kabulüne,

4. (a) Üç ay içinde, ödeme tarihinde geçerli olan kur üzerinden Türk lirasına çevrilecek olan ve aşağıda belirtilen tutarların davalı Devlet tarafından başvurana ödenmesinin:

(i) Manevi zarar için 30,000 (otuz bin) Fransız frangı;

(ii) Harcama ve masraflar için 15,000 (on beş bin) Fransız Frangı;

(b) Yukarıda belirtilen üç aylık sürenin sona ermesinden ödeme tarihine dek bu tutarlar için yıllık %3.47 faiz oranı uygulanmasının;

oybirliği ile kabulüne;

5. Adil tazmin konusundaki diğer taleplerin oy birliği ile reddine;

ilişkin işbu kararı İngilizce ve Fransızca dillerinde olmak üzere, 8 Temmuz 1999 tarihinde Strazburg'da bulunan İnsan Hakları Binası'ndaki halka açık oturumda düzenlenmiştir.

Luzius WILDHABER

Başkan

Paul MAHONEY

Sekreter Yardımcısı

Sözleşme'nin 45. Maddesinin 2. Fıkrası ve Mahkeme Kurallarının 74. Kuralının 2. Fıkrası uyarınca aşağıda belirtilenlere ait ayrı mutabık kanaatleri işbu Kararın ekinde sunulmuştur;

(a) Bayan Palm, Bayan Tulkens, Bay Fischbach, Bay Casadevall ve Bayan GreveBay Bonello'nun müşterek mutabık kanaati;

(b) Bay Bonello'nun mutabık kanaati.

L. W.

P.J. M

HAKİMLER PALM, TULKENS, FISCHBACH,CASADEVALL VE GREVE'İN MÜŞTEREK MUTABIK MÜTAALASI

Hakim Palm'ın Sürek - Türkiye (No. 1) davasındaki muhalif kanaatinde kısmen belirtilmiş olduğu üzere, daha çok bağlam üzerinde bir yaklaşım kullanarak aynı sonuca ulaşmış olmamıza rağmen, mevcut davada 10. Maddenin ihlal edildiğine ilişkin Mahkeme kararına katılıyoruz.

Muhatap devlet aleyhinde olan davalarda 10. Maddeye ilişkin çoğunluğa ait değerlendirmenin yayınlar üzerinde kullanılan kelimelerin şekli üzerine çok fazla ağırlık verildiği ve kelimelerin genel olarak kullanıldığı bağlama ve bunların olası etkilerine yeterli önemin verilmediği kanaatindeyiz. Söz konusu dilin ılımlı olmaması ve hatta sert olabileceği şüphesizdir. Ancak Mahkememiz tarafından vurgulandığı üzere, bir demokraside "kavga" sözleri bile 10. madde kapsamında korunabilecektir.

Mahkeme'nin emsal davasındaki siyasi konuşmalara sağlanan kapsamlı korumasına yönelik bir yaklaşım, kullanılan kelimelerin körükleyici özelliği üzerine daha az ve konuşmanın yapılmış olduğu bağlama ilişkin ortama daha fazla ağırlık verilmesini sağlamaktadır. Dil, şiddetin körüklenmesi ve tahrik etmek amacıyla mı kullanılmıştır? Gerçekten de gerçekleştirebileceği böyle bir gerçek ve hakiki bir amacı var mıdır? Bu soruların cevapları sırasıyla her davanın koşullarının genel bağlamını oluşturan pek çok farklı tabakanın değerlendirilip ölçülmesini gerektirmektedir. Diğer sorular sorulmalıdır. Söz konusu metnin yazarı, toplum içinde kelimelerinin etkisini artıracak bir konuma sahip midir? Yayına, söz konusu konuşmanın etkisini artırabilecek önemli bir gazete veya başka bir ortam aracılığıyla bir önem verilmiş midir? Kelimeler şiddetten çok uzak mı yoksa hemen şiddetin eşiğinde mi kullanılmıştır?

10. Maddenin kapsamında korunmuş olan şok edici veya saldırı niteliğindeki dil ile bir demokratik toplumda hoşgörü hakkını kaybeden dil arasındaki anlamlı ayrım ancak suç unsuru teşkil eden kelimelerin kullanılmış olduğu bağlamın dikkatli şekilde incelenmesi sonucunda yapılabilir.

HAKİM BONELLO'NUN MUTABIK MÜTAALASI

Madde 10'un ihlalinin tespiti için çoğunlukla birlikte oy verdim. Ancak yerel yetkililerin başvuranın ifade özgürlüğüne müdahalesinin demokratik bir toplumda meşru olup olmadığının tespitine yönelik olarak Mahkeme tarafından uygulanan ana ölçütü onaylamadım.

Bu işlemlerde ve şiddete teşvikin söz konusu olduğu daha önceki ifade özgürlüğüne ilişkin Türk davalarında Mahkeme tarafından ortak olarak kullanılan ölçüt şu şekilde olmuştur: başvuranın tarafından yayınlanan yazılar şiddeti destekliyor ya da buna teşvik ediyor ise, ulusal mahkemeler tarafından başvuranın mahkumiyeti demokratik bir toplumda haklı gerekçelere dayandırılabilir. Ben bu değerlendirmeyi yetersiz bulmaktayım.

Sadece teşvik "açık ve mevcut tehlike" yaratması durumunda bu tür şiddete teşviklerin yerel yetkililerce cezalandırılmasının demokratik bir toplumda makul gerekçelere dayandırılabileceğini düşünmekteyim. Güç kullanmaya çağrı entelektüelleştirilip soyutlanarak, asıl ya da gelecekteki şiddet odaklarından zaman ve mekan olarak uzaklaştırıldığında, ifade özgürlüğü temel hakkı genel olarak baskın çıkacaktır.

Yasa ve asayişin dengesini bozma eğilimindeki kelimeler için tüm zamanların en güçlü anayasa hukukçularından biri tarafından söylenen sözleri yinelemek isterim: "Ülkenin kurtarılması için derhal bir kontrolün yapılmasını gerektiren kanunun meşru ve zorunlu amaçlarını yakın bir gelecekte tehdit etmedikleri sürece beğenmediğimiz ve ölüm taşıdığına inandığımız görüşlerin ifade edilmesini kontrol etmekten kendimizi daima alıkoymalıyız."

İfade özgürlüğünün teminat altına alınması, bir devletin güç kullanma taraftarlığını, bu tür taraftarlığın gelecekteki kanunsuzluğu teşkil etme ya da teşvik etmeye yönelik olduğu ya da bu tür bir eylemi teşvik etme ya da meydana getirme eğiliminde olduğu durumlar hariç olmak üzere, yasaklamasına ya da men etmesine izin vermemektedir. Bu bir yakınlık ve derece sorunudur.

İfade özgürlüğünün kısıtlanmasını haklı sebeplere dayayan mevcut ve belirgin bir tehlikenin tespit edilmesini desteklemek amacıyla, kısa sürede ortaya çıkacak ciddi bir şiddetin beklenip beklenmediğinin ya da savunulup savunulmadığının ya da başvuranın geçmişteki eyleminin şiddet taraftarlığının en kısa zamanda ve zarar verici eylemleri yaratacağı hususuna inanılması ile ilgili olarak sebep teşkil edip etmediğinin tespit edilmesi gereklidir.

Bazılarının ölüme gebe görünmesine rağmen, başvuranın suçlandığı kelimelerin hiçbirinin ulusal düzen üzerinde büyük etki yaratacak tehdit oluşturma potansiyeline sahip olduğu görüşü, benim açımdan açık değildir. Aynı zamanda bu ifadelerin sindirilmesinin Türkiye'nin kurtarılması için kaçınılmaz olduğu görüşünü de onaylamamaktayım. Bırakın belirgin ve mevcut olanını, hiçbir tehlike oluşturmamışlardır. Kısacası, Mahkeme başvuranın ceza mahkemeleri tarafından mahkumiyetine göz yumması durumunda ifade özgürlüğünün bozulmasını desteklemiş olacaktır.

Özet olarak, "algılanan kötü niyetin etkisinin tam olarak tartışmaya fırsat kalmadan meydana gelecek şekilde çok yakın durumlar haricinde, konuşmalardan kaynaklanan hiçbir tehlike bariz ve mevcut olarak nitelendirilmez. Kötü niyetin engellenmesi için eğitim süreci vasıtasıyla tartışılarak, yanlışlık ve mantıksızlıkların bariz hale getirilmesi için yeterli zaman olduğunda uygulanacak çözüm, zorla kabul ettirilen sessizlikten ziyade, konuşmak olmalıdır."

diğx